21 Ocak 2008 Pazartesi

Musibetlerin Dili


Bediüzzaman musibeti, insanı doğru etkileyen, dolayısıyla kalp ve ruhunu hayatlandıran, insanı canlandıran ama tenbelliğe de sevk etmeyen şekilde kısa ve öz, mükemmel bir tanımla anlatır. “ Musibet hataların neticesi, mükâfatın başlangıcıdır

Her mü’min başına bir musibet geldiğinde acaba hangi hatalarımın neticesi olarak geldi. Ve nasıl davranarak bu musibeti hakkımda hayra, mükafata dönüştürebilirim demeli. Kendi başımıza gelen musibetlerde bunu yapmaya çalışıyoruz ancak umumi musibetlerde bu pek aklımıza gelmiyor.

İnsan nefsinde hataları başkasından bilme eğilimi var. Hele o insan Müslüman kimliğine sahip ise, namazda kılmaya da çalışıyorsa ufak tefek hataları olsa da ( onları da Allah affedeceğine göre ) dört dörtlük bir kuldur. Dolayısıyla musibetler bilhassa umumi musibetler başımıza inanmayanların veya dinden gafil insanların yüzünden geliyordur.

Toplumu ilgilendiren musibetler değerlendirildiğinde inkar ehlinin veya dine muarız insanların hatalarının buna sebebiyet verdiği düşünülüyor. Bu bir ölçüde doğrudur fakat hakikati tamamen içermemektedir. Nitekim Bediüzzaman umumi bir musibet olan deprem hakkında bakın ne söylüyor. “küre-i arzın benîâdem'den, bâhusus ehl-i imândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele

Cümleden açıkça anlaşılacağı üzere depreme özellikle ehli imanın hataları sebep olmuştur. Çünkü, zaten inkar ehlinin işi günah işlemek ve yaymaktır. O kendisinden bekleneni yapıyor. Ama kendisinden itaat beklenen ehli iman benzer yanlışı yapınca arz hiddete geliyor. Tırnak içinde “sen de mi Britüs” diyor. Dostundan ihanet görenin daha çok öfkelenmesi gibi mü’minin günahları unsurları daha çok hiddete getiriyor.

İnkar büyük günahtır, dolayısıyla onların cezası ahirete bırakılır. Oysa ehli imanın hatalarının cezası bu dünyada verilir. Bu hakikat nazara alındığında da musibetlerin sebebinin daha ziyade ehli imanın hatalarının olduğu ve neticesinin de ehli imanın günahlarının silinmesi olduğu anlaşılır. Kafir bu dünyada kısmi iyiliklerinin mükafatını görür.

Maalesef günümüzde yaşanan umumi musibetlerde bu temel ve anlaşılması kolay prensip pek anlaşılmıyor. Tesettür konusunda, kuraklık konusunda, ekonomik krizler vb umumi musibetlerde ehli imanın kendi hatalarını düşünmek, ne gibi yanlışlar yaptık ki bu musibetlere maruz kaldık diye sormak aklına gelmiyor. Dolayısıyla “Allah bir topluluğun hayrını dilerse onlara kendi kusurlarını gösterir.” (Keşfü’l Hafa,1:81) hadis-i şerifindeki hayra kavuşamıyoruz.


Oysa başımıza bir musibet geldiğinde bu musibet hangi hatalarımız sebebiyle başımıza geldi diye sorarsak daha derinleşmesi muhtemel olan hatalarımızı fark eder ve terk ederiz. Böyle olunca da vazifesi bizi uyarmak, yanlıştan vazgeçirmek olan musibet vazifesini bitirmiş ve sevabını bırakmış olarak gider.

Ama biz kendi hatalarımızı görmez suçu sadece başkalarında ararsak, işi bitmeyen musibet gitmez ( zahiren gitmesi çok kolay görünse de) gitmez, çünkü yanlışı fark ettirme ve düzeltme işi bitmemiştir. Veya ikinci ve daha tehlikeli bir ihtimal biz ders almadığımız halde gider, kapılar açılır ve biz boğuluruz.

Daha açık konuşmak gerekirse özellikle 80 sonrası dönemde dünyanın cazibesi arttı. Ehli imanda bu cazibeye kapılıp dünya ya daldı. Haram-helal hassasiyeti azaldı. Dünyevi istikbal uğruna hiç te dine uygun olmayan şartlarda kız çocukları okullara gönderildi. Tesettür yasağı yoktu ama şartların dini hassasiyeti olanlar için uygun olduğu da söylenemezdi. Dinde hassas takva ehli birinin karma okullarda mezuniyete kadar ne kadar değişebildiğini gördük.

Yaşanan krizlerle ehli iman iktidardan, dünyevi makamlardan soğutulmayıp, ders verilmese ve ekonomi Avrupa seviyesine gelse idi sanırım çoğumuz evimizin yolunu unuturduk. Şu an yaşanan kredi kartları problemleri, israf sonucu yaşanan aile faciaları ne boyutta olurdu kim bilir.

Biz mevcut durumda okumanın ne kadar dine uygun olduğunu, pek konuşmadık. Dini sırf Allah rızası için öğrenmenin gerektiğini, diğer ilimlerinde islama uygun nasıl verilebileceğini pek konuşmadık. Kader bizi oralardan uzaklaştırmakla bize yardım etti.

Ama biz oralarda ne gibi islama uymayan hatalar yaptıkta başımıza bunlar geldi deyip ders alıp, düzeltme yerine alet olanları suçluyoruz. Kaderin olaydaki hikmetini, rahmetini göremiyoruz. Kaderin hissesini göremeyince de zahiren tüm şartlar hazır gibi görünse de niçin olmuyor diye kendimizi harap ediyoruz. Tüm zahiri şartlar olumlu göründüğü halde kapı açılmıyorsa burada düşünmemiz gereken dersler, almamız gereken mesajlar yok mu?

Oysa mü’min başa gelen her musibette önce kendi kusurunu görmeli, kaderin niçin fetva verdiğini sormalı, böylece ders alıp hatalarını düzeltmeli. Bu yapılırsa musibet kalkmasa da hayır olur, ikram olur, kazanç olur. Kalkınca da hatalardan ders alınmış olarak en güzel şekilde istifade etmiş, yanlışlara karşı bilinçlendirilmiş olur.

Aksi halde Allah korusun ( ders alınmadığından bu haliyle kalkması hayır olmadığı için kalkmayan) musibet niçin kalkmıyor diye ümitsizliğe, şevksizliğe düşülür, hatta isyana kadar gidilebilir. Kalksa da gerekli mesajlar okunamadığından aynı yanlışlara zafer sarhoşluğu ile daha fazla düşülüp dünyada insan boğulabilir.

O yüzden ciddi bir Müslüman musibetlerde beşerin zulmünden ziyade kaderin adaletine yoğunlaşmalı ki, musibetler ona her an yanlış yapmaya meyilli olan nefsi ikna ve terbiye etme konusunda bir yardımcıya dönüşsün. Her olay onu hayra doğru yolculuğuna artan heyecanla sevk etsin. Tıpkı Bediüzzamanın hapsin en zor günlerinde yaşadığı ve talebelerine tavsiye ettiği gibi. “

Aynı hadisede insan zulmeder, fakat kader adildir, adalet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adaleti ve hikmet-i İlahiyenin sırrını düşünmeliyiz

Aksi halde insan ümitsizliğe düşüyor, şevkini yitiriyor. Hiçbir tesiri olmayan sebeplerde olağanüstü güç vehmediyor. İtikatına zarar verebiliyor.

Hiç yorum yok: