29 Kasım 2007 Perşembe

ÇEYİZİMİZ HAZIR MI ?

Her bir insana fıtraten dünyaya halife olma kabiliyeti verilmiş. Nazarı umumi ve şuuru külli olarak yaratılmış. İnsana tüm kainattaki maddi ve manevi âleme ait âlemlerden numune konulmuş ve tüm kainatın kulluğunu temsil etme, tesbihatına şahitlik etme ve ibadetini Allah'a takdim etme gibi vazifeler verilmiş. Bu itibarla insan hazır zamanı aşıp geçmiş ve geleceğe uzanan, hazır mekanı aşıp manevi âlemleri içeren ve maddi ve cüz'i lezzetleri aşıp manevi ve ulvi lezzetleri tadan, külli bir muhatap.

Ama aynı insana, dar zamana sıkışıp hazır lezzeti isteyen, maddi zevkler peşinde koşan ve cüz'i lezzetleri isteyen nefis konulmuş. Nefis hazır zamandaki bir şeye odaklanma eğiliminde. Mesala dişi ağrıdığında sadece ona odaklanıp onunla meşgul oluyor ve tüm ihtiyacının o acıdan kurtulma olduğunu zannediyor. Oysa insanın sınırsız ihtiyaçları olduğu malum. Kalb başta namaz ibadetle doyurulmayıp yüzü aşık olduğu ebedi alemlere çevrilmezse, maddiyatla iştigal edilip, günahlara dalınıp yüzümüz dünyaya çevrilirse insanda nefis hükmeder. İnsanda nefis hükmederse ihtiyaç denildiğinde nefse ait istekler akla gelir.

Dünyanın cazibesinin arttığı, nazarların dünyevileştiği, nefislerin kalbe galib geldiği günümüzde ihtiyaç denince, derinden bakıldığında hiç de zaruri olmadığı anlaşılacak olan, onsuz da pekâlâ yaşanılabilen nefsin istekleri geliyor. Ve ya sadece dünyaya bakan ihtiyaçlar geliyor.

Mesala evladının manevi ihtiyaçlarını ihmal eden birisi, evladının mutluluğu yanlış yerlerde araması durumunda ve annesinin tasvip edemeyeceği hallere düştüğünde durumu anlayamıyor ve onun için her fedakarlığa katlandım en güzel kıyafetleri aldım, en iyi okullara gönderdim, özel hocalar tuttum, her isteğini yerine getirdim diyor. Buna evladın verdiği cevap düşündürücü, evet her türlü maddi ihtiyaçlarımı karşıladın ama bana daha fazla ihtiyacım olan sevgi, şefkat, samimi dost gibi ihtiyaçlarımı karşılamadın. Maddi imkânlar beni mutlu etmeye yetmedi diyor.

Ve ya İngiltere de yaşanmış ve dergiye yansımış bir olay. Huzur evinde kalan ve her türlü maddi imkânların sağlandığı bir ihtiyar ile yapılan röportajda ihtiyarın ağzından dökülen cümleler: Devlet burada bana her türlü imkânı sağlıyor. Isınmamız, beslenmemiz vs. her türlü ihtiyacımız en güzel şekilde yerine getiriliyor. Ama benim evlatlarım ve torunlarım var onların beni ziyaret etmesine, onlarla konuşmaya hava gibi su gibi muhtacım ama bana bunu devlet sağlayamıyor. Muhtemelen, hiç de zaruri olmadığı halde maddi ihtiyaçları için çalışacağız derken ihmal edilen, bakıcılara veya kreşlere teslim edilen çocuklar büyüyünce benzer gerekçelerle anne babalarını huzurevlerine emanet ediyorlar.

Benzer yanlışı evliliğe hazırlık dönemlerinde de yapıyoruz. Evlilik hazırlığı denince çoğu zaman hiç de zaruri olmayan, sadece insanlar ne der endişesiyle ciddi zaman ve para israfı yapılarak elde edilen eşya akla geliyor. Evlilik tarihi belirlenmiş adaylara veya anne-babalarına sorsak hazırlık nasıl gidiyor diye, verecekleri cevap mutfak gereçlerinin temini veya oturma gurubu seçimi veya çeyiz hazırlıkları olacaktır.

Oysa aile kurulmasında ve ailenin yuvaya dönüşüp beklenen saadeti temin ve devam ettirmesinde maddi eşyadan çok daha fazla manevi çeyizlere ihtiyaç var. Evlenmeyi düşünen veya evladının evlenme çağına geldiğini düşünen anne-baba düğün hazırlığı yapması gerektiğini düşündüğünde öncelikle düşünülmesi gereken evliliğin kurulması ve devamı için vazgeçilmez olan ve maddi eşyadan çok daha önemli olan fedakarlık, sabır, şefkat, evliliğin de imtihan olması vs. konularda ciddi bilgilenmek olmalı.

Mesala, edinilmesi gereken çeyiz, evliliğin zor bir süreç olduğunu gerek eş seçiminde gerek sonrasında verilecek kararlarda ve yaşanılacak olaylarda Allah’ın yardımına muhtaç olduğumuzu hatırlayıp Furkan suresi 74. ayette bize öğretilen “Onlar: "Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder yap" derler.”mealinde duayı öğrenmek olmalı.

Uzun, zorlu ve heyecanlı süreçte yaşanılan tüm ni’metlerinde, musibetlerinde bir imtihan sebebi olduğunu aslolanın ahiret olduğunu ve Allah’ın teveccühünün tüm dünya nimetlerinin üzerinde gerçek bir saadet olduğunu ve dünya hayatının çok çabuk geçtiğini hatırlatacak Kur’an hakikatlarını düzenli okuma alışkanlığını edinmek olmalı.

Hayırlı bir evlilik yapmak için en güzel hazırlığın, güzel bir yaşam olduğu bilinip, takva dairesinde yaşamak ve bu konuda gayretin arttırılması halinde evliliğin gecikmesinin, daha güzel ve nitelikli evliliği netice vereceğini düşünmek ve ona göre manevi birikimleri artırmak olmalı. Bakara suresinin “Azık edinin ey mü’minler, Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır” mealindeki ayeti hatırlanmalı.

Bir ömür birlikte yaşayacakları ve en ciddi imtihan vesilesi olan belki de en fazla hesap verecekleri konu olan eşlerin birbirleriyle ilgili haklarını öğrenmek olmalı.

İki farklı ortamda yetişmiş, farklı kabiliyette ve özelliklere sahip eşler olabileceğini düşünüp farklılıktaki güzellikleri fark edebilecek, yaşanacak meşakkatlerin hem dünya da hem ahirette güzel neticeler verecek imtihan sebebi olduğunu fark edecek basiret ve feraset sahibi olmak için okumalar yapmak olmalı.

Çeyizimiz, anne-babanın evladına bırakacağı en güzel mirasın güzel ahlak olduğu hadisi şerifini unutmayarak güzel ahlak sahibinin hem dünya da hem ahirette pişman olmayacağını hatırlayıp güzel ahlakın kaynağı olan iman ve ibadet konusundaki hassasiyetimizi arttırmak olmalı.

Allah’ın evlilik sonrası nasip etmesini umduğumuz en güzel bir ni’met olan ve ciddi bir imtihan vesilesi olan çocukların eğitiminin daha eş seçiminden başladığını ve sonrasında ciddi bir sabır ve bilgi birikimini gerektirdiğini hatırlayıp o konularda da okumalar yapmak olmalı.

Beraberliğin ve eşe duyulan sevginin kalıcı olması ve sonunda pişmanlığa dönüşmemesi için sevginin Allah rızası için ve O’nun emirleri dahilinde, yani ihlaslı olması gerektiği, ihlasında Allah’a olan iman ve itaatin arttırılmasıyla korunabildiğini hatırlayıp bu konularda çabalarımızı artırmak olmalı.

Gerek evliliği, gerek evlilik hazırlığını maddi ihtiyaçlarla sınırlı gören ve hazırlığı ona hasreden evliliklerin beklenen saadeti temin etmediği gibi ciddi sorunlarla beraber boşanmayla netice verdiğini üzülerek gözlemliyoruz. Gerekli manevi hazırlıkların yapıldığı, maddi hazırlıkların abartılmadığı evliliklerin iki cihan saadetine vesile olacağını, hem hazırlık döneminin, hem evliliğin gerçek lezzetlerin tadıldığı dünya cennetine döneceği aşikâr.

Böylece, birkaç maddi ihtiyacı karşılayım derken kalb ve ruhun sayısız ihtiyaçları ihmal edilmiş olmaz. Çok heyecanlı geçen hazırlık dönemi, ebede uzanan tüm ihtiyaçların teminine vesile kılınmış olur. Dünya ve ahirette hatırlanıldığında insana lezzet veren en güzel azıkların temin edildiği dönem olur.

RIZK ARAMAK

Bediüzzaman insanların ağzında dolaşan, farkında olunmadan kullanılan çok sakıncalı kelimeler olduğunu söyler. Ki bu kelimler imanı zedeleyebilen kelimelerdir. Tevhid hakikatine uymayan, şirk kokan kelimelerdir bunlar. Belki bu türden yanlış kelimeleri en fazla kullandığımız konu rızk konusudur. Çünkü rızkla ilgili faaliyetlerimiz hayatımızda en fazla yer işgal eder ve en fazla endişe edilen konudur.

Gün boyu karşılaştığımız insanlara neler yaptığını sorduğumuzda, geçim derdiyle uğraşıyoruz, rızk temin ediyoruz, rızkımızı kazanıyoruz, ekmek davası, rızkımızı kovalıyoruz, evlatlarımın ve ailemin rızkını karşılıyorum gibi ilk bakışta masum görünen ama tevhid hakikatine pek uymayan kelimeler duyarız. Peki, hayatımızın en ciddi meşguliyetini teşkil eden rızk konusunda ne yapıyoruz, rızk konusunda yaptığımız çabaların adı ne. Bunu doğru tesbit etmek hayati öneme sahip, çünkü dünya hayatımızda rızk çabası için evi günün önemli bir kısmında terk ediyoruz, hatta şehrimizi ve bazen ülkemizi uzun süreliğine sevdiklerimizi geride bırakarak terk ediyoruz. Bu kadar önem atfettiğimiz bir konuyu doğru tesbit etmek gerekmez mi. Bir ömür yaptığımız işin ne olduğunu öğrenmeden yaşamak ve sonunda ciddi yanlışlar yaptığımızı fark etmek yıkıcı bir azap olmaz mı?

İsterseniz önce bir gıdanın rızk olma macerasını hatırlayalım ve bu süreçte bize düşen kısmın ne olduğunu bütün içerisinde ne kadar yer teşkil ettiğini anlamaya çalışalım. Mesala çiftçi bir kişi kendisi ve ailesine rızk olarak zeytin yetiştiriyor. Kendisine tohumu toprağa ekmekte kullandığı tüm cihazları ve o konudaki ilmi veren Allah. Küçücük tohumun içerisine tüm kâinatla ilgili ilmi içeren ağaç olma programını yerleştiren Allah. Tarlaya ekilen tohumun ağaç olması için gerekli kanunları ( güneşin hizmetinden, bulutlar, dünyanın dönmesi, mevsimler, topraktaki bakteriler, atomlara kadar sayısız unsurlar) işleten ve idare eden Allah. Midemize girdikten sonra, Bediüzzaman’ın tabiriyle 4 kazanda pişirilip, 4 yerde değişikliğe uğrayıp, 4 süzgeçte süzülüp ve her insanda bulunan ortalama 100 trilyon hücreye ihtiyacı oranında dağıtılmasını yaratan Allah.

Peki, bu macerada bizim yaptığımız ne? tohumu tarlaya atmak ve zeytini ağzımıza atıp çiğnemek ve bizim yine Allah’ın bize yoktan verdiği cihazları yaparak yaptığımız bu işlem genel süreçte milyon da 1 bile teşkil ediyor mu? Kaldı ki rızk yemekten ibarette değil, Gözün rızkı var, kulağın rızkı var, aklın rızkı var onların tedarikinde o kadarda katkımız yok. Yine insanın en fazla ihtiyaç duyduğu rızkı hava, her an ona muhtaç o konuda yaptığı hiçbir şey yok.

Hasılı bizim rızk konusunda yaptığımızın milyonda 1 olmadığını ve en ufak bir rızkı var etmek için tüm kainatı var etmek, bahar tezgahını kurmak gerektiğini fark ettiğimizde rızk konusunda bizim hiç olduğumuzu dolayısıyla işgüzarlık edip endişe etmenin yersiz olduğunu fark ederiz. Rızka muhtaç olma ve o konudaki çabalarımızın hiç olduğu konusunda anne rahmindeki çocuktan farksız olduğumuzu fark ederiz. Anne rahmindeki kadar rızkı temin etmeye uzak olduğumuzu sadece Allahın rızkı anne rahminde iken kordonla, çocukken anne sütüyle, biraz büyüyünce mutfakta daha da büyüyünce bahçede rızkımızı halk ettiğini bu takdirinde bizim için bir rahmet ve imtihan sebebi olduğunu fak ederiz.

Yiyecekten çok daha fazla muhtaç olduğumuz havanın her an yanımızda hazır edilmesi ve farkında olmadan istifade etmemizi fark ettikçe, Allah’ın istese daha az muhtaç olduğumuz yiyecek, giyinme ve ısınma gibi ihtiyaçlarımızı da hava gibi yapabileceğini, zaten çok fark olmadığını sadece az uzağımıza koyduğunu bunun da bizi tembellikten, sıkıntıdan kurtaran bir eğlence olduğunu fark ederiz.

Rızk konusunda bize düşenin hiç olduğunu, Allah’ın sonsuz kudretiyle rızkımızı yaratıp bize ikram ettiğini fark ettiğimiz oranda, rızk endişesiyle O’na karşı gelmenin, günahlara girmenin, asli işimiz olan namazı terk etmenin, haram yolla kazanmanın ne kadar vahim ve ürkütücü bir hata olduğunu fark ederiz. Sizin rızkınızı ben veriyorum, rızkınızı vermek bana aittir mealindeki ayetleri daha güzel anlamaya çalışırız.

Madem rızk konusunda yaptığımız hiçbir şey yok Allah yaratıyor peki bizim yaptığımız fiilin adı ne. Bu soruya Bediüzzaman 5. sözde muazzam bir örnekle cevap veriyor. Askerlik vazifesi için talim altına alınan 2 askerden bahsediyor. Askerin vazifesinin talim ve savaşmak, onun başta gıda ihtiyaçlarını temin etmenin ise devletin vazifesi olduğunu söylüyor. Ancak devletin bazen ofislerde topladığı gıdaları askere taşıttırıp, pişirttiğini bunun ise asıl iş olmayıp ara iş olduğunu söylüyor.

Bizim de bu dünya da asıl işimizin talim ve nefisle savaşmak, yani kulluk, başta bizi beslemek, ihtiyaçlarımızın temininin ise Allah’ın vazifesi olduğunu söylüyor. Ve bizim yaptığımız askerin ofisteki gıdayı alıp mutfağına taşıması gibi Allah’ın yer yüzü ofisinde bizim için yaratıp depoladığı rızkı arayıp eve getirip yemek olduğunu söylüyor. Evet doğru tabir bu. Allah’ın yarattığı ve yeryüzüne depoladığı rızkı aramak. Yine Bediüzzamanın muhteşem tabiriyle rızkımızda adımız alnımızda rızkımız yazılı ve bize düşen takdir edilen rızkımızı aramak.

Rızkı ararken de rızkın mukadder olduğunu yaptığımız işin dua etmek Allah’tan istemek olduğunu şartlarına uyarak aramanın da ibadet olduğunu anlamamız gerekiyor. Böylece hem endişelerden uzak oluruz hemde maddi rızk konusundaki çabalarımız manevi rızka dönüşür. Ni’metlerdeki iltifatı fark ederiz. Bu konudaki çabalarımız asıl rızk olan ebediyeti hatırlatır, oraya olan iştiyakımızı ve saadetimizi arttırır. Böylece çok daha büyük ve ihtiyaçları fazla olan insaniyet midesi gerçek manada rızıklanmış olur.

AKIL MI KALB Mİ ?

Günlük hayatımızda onlarca karar veririz. Tercihleri yapmak her zaman kolay olmaz. Tekrarı olmayan ve ebedi meyveler veren bu kısa dünya hayatında bazı kararlar sonuçları açısından çok mühim neticeler vereceğinden şıklar arasında karar vermede zorlanırız. Meslek seçimi, eş seçimi, iş konusunda değişiklik kararı alma, mali riskler üstlenme vs. konularında değişik şıklar karşımıza çıkar. Bulunduğumuz ortama ve ruh haline göre sürekli şıklar arasında gider geliriz. Bilgisine itimat ettiğimiz dostlarımıza danışırız ama onlarda bir şıkta ittifak etmezler. Herkes kendi ruh haline ve bakış açısına göre farklı şıkları tavsiye eder. Yine son kararı vermek konusunda iş başa düşer ve sonuçlara biz katlanırız.

Bazen de içine düştüğümüz bir musibet anında bunaldığımızı, daraldığımızı, hiç çıkış yolu olmadığını düşünürüz. Karşımızda tercih edeceğimiz her hangi bir şık yoktur. Musibetin başımıza gelme sebebi ve mevcut halde yapmamız gereken doğru davranışın ne olduğu hakkında hiç fikrimiz yoktur.

Bazen de akıl ve kalb arasında bir ikilem yaşanır. Bir konuda seçim yapmamız gerektiğinde akıl ve kalb farklı şıkları tercih edebilir. Akıl mevcut şıkları karşılaştırdığında a şıkkını makul ve mantıklı bulup ve bunu şıklar arasında yaptığı mantıklı kıyaslarla delillendirdiği halde, kalb mantıklı ve zahir bir delil sunamamakla birlikte a şıkkını içine sindiremeyerek, huzursuz olarak ve mutmain olmayarak b şıkkını daha uygun bulur. Peki, bu durumlarda mü'min nasıl karar verecek.

Kur'an ayetlerinin ve Kur'an’ın en birinci tefsiri olan hadislere baktığımızda insanda kalbin kumandan olduğu ve son kararı verme konusunda karar mercii olduğu anlaşılıyor. Nitekim etrafımızda insanları gözlemlediğimizde kalbine rağmen, etrafının yönlendirmesi veya aklının yanlış sevkiyle seçim yapanların (mesela meslek seçenlerin), uzun vadede tatmin olamayan, beklediği mutluluğu elde edemeyen ve kararını fıtri mecraına doğru değiştiren, yani kalbinin sevk ettiğine yönelen çok insan görürüz. Tabi her zaman bu sonuca kolay ulaşılmaz. Birçok insanın yanlış kararlar sonucu ciddi musibetlere maruz kaldığını da görebiliriz.

Karar mercii kalb olması aklın tamamen bu konularda vazifesiz, bir kenara bırakılması gereken bir cihaz olduğu manasına gelmiyor. Akıl, kalbin karar vermesinde yardımcı olacak tecrübeleri, bilgileri, ihtimalleri ve sonuçları hakkında muhtemel neticeleri vs. sunan cihazdır. Ve son kararı aklın sunduğu bilgilerle ve tabii ki diğer birçok cihazın yardımıyla kalb verecek, şıkları ve şıklar arasından doğru şıkkı kalb hissedecektir.

Karar verme konusunda son sözü söylemesi gereken kalb çıkış yolu bulamadığımızda çıkış yolunu, bir kaç şık arasında tereddütte kaldığımızda doğru şıkkı her zaman hisseder mi? Allah her vicdan sahibi kalbe doğruyu hissetme kabiliyetini vermiştir ve doğruları vicdan penceresiyle kalbe ilham ediyor. Fakat imtihan dünyasındayız. Ölçüm yapan cihazların yanlış kullanılması ve gerekli bakımlarının yapılmaması halinde paslanması ve paslandığı oranda ölçümleri hatalı yapması, doğru sonuçtan uzaklaşması gibi kalb de gerekli bakımları yapılmaz, ihtiyaçları doğru şekilde giderilmez ve yanlış kullanımlarla paslanır, kirlenirse doğru karar verme özelliğini kaybeder.

Kur'an'ı Kerim, kalbimize doğru kullanılması halinde darda kaldığımızı hissettiğimizde çıkış yolunun ilham edileceğini ve şıklar arasında tereddütte kaldığımızda doğru ile eğriyi ayırma kabiliyetinin verileceğini haber veriyor. Ve bu nimete ( kalbi doğru kullanma ) nasıl kavuşacağımızı da belirtiyor. Bu haber, bir defalığına geldiğimiz, kararlarımızın ebedi meyveler verdiği ve sürekli birçok konuda kararlar vermemiz gereken dünya hayatımızda duyabileceğimiz en müjdeli haberdir. Çünkü vereceğimiz doğru kararların neticesi ebedi cennet meyvesi, yanlış kararların neticesi ebedi cehennem zakkumu. İnsan bazen doğru zannıyla yanlış kararlar verebiliyor. O yüzden Kur'an'ın haber verdiği kıstasa muhtacız.

Kur'an talak suresi 2. ayette çıkış yolu göstereceğini, aynı sürenin 4. ayetinde işinde kolaylık vereceğini, enfal suresi 29. ayette eğri ile doğruyu ayırma kabiliyetini ( furkanı ) vereceğini, ahzab suresi 71. de işlerini düzene koyacağını vaad ediyor. her 4 ayette geçen nimetlerin verilmesi de aynı şartta bağlanmış, takva ehli olmak.

Demek kalbin doğru karar vermesini günahlar ve ibadetlerle beslenmeyip yanlış gıdaların kalbe konulması engelliyor. Bize düşen bir musibete maruz kalıb çıkış yolu aradığımızda veya mühim olduğunu düşündüğümüz kararlar verme öncesi ( bazen küçük kararlar çok büyük kararların başlangıcı ve sebebi olabilir) doğru kararın kalbimize ilham edilmesi için takvaya sarılmamız gerekiyor. Aile hayatında, iş hayatında, arkadaş, okul ortamında daraldığımızı, bunaldığımızı, sıkıştığımızı hissettiğimizde tek ve doğru çözümün kulluğumuzu arttırmak, Allah'a iltica etmek, dualarımızı ve ibadetlerimizi az da olsa arttırmak olduğu anlaşılıyor.

23 Kasım 2007 Cuma

TİTİZ MİYİZ

Etrafımızda, haline imrendiğimiz ve bu halini takdirle karşıladığımız prensip sahibi, titiz insanlar vardır. Bazıları Allah’ın kendilerine emaneti olan sağlıklarını koruma konusunda, bazıları bulunduğu ortamın düzeni ve temizliği konusunda, bazıları vücudunun kilosu konusunda titizdir. Kendilerine emanet edilen sağlık, vücut, ev-iş çevresi vs. nimetleri korumak konusunda, ciddi fedakarlık gösterirler.

Bu özelliklere sahip dostlarla her karşılaştığımda, prensiplerini uygulama konusunda kararlılığını, katlandıkları fedakârlıkları ve korunma konusundaki titizliklerini (hayatı azaba çevirecek dereceye varmamak şartıyla) takdir etmekle beraber, hep aklıma şu soru gelir. Acaba aynı titizliği emanetlerin en değerlisi, ebedi arkadaşımız olan ruhumuzu korumak konusunda gösterebiliyor muyuz?

Sayılan emanetlerin hepsi ortalama 60-70 yıl olan bu dünyada bize arkadaşlık eden emanetler. Oysa ruhumuz çok daha uzun süre, ebediyen bize arkadaşlık edecek. Onu koruma konusundaki ihmalimiz ebediyen bizi etkileyecek. Kaldı ki 60-70 yıllığına emanet edilen nimetlerinde hem dünyada nimet olması ve ahirette ebedi meyveler vermesi, dolayısıyla koruma konusundaki titizliğin manalı olması, yine ruhun korunmasına bağlı.

Ruh asıldır, diğerleri ruha takılan ve ruhun hizmetine sunulan cihazlardır. Mesela ev ve içindeki eşyayı vücuda benzetirsek, ruh evde yaşayan ve ondan istifade eden insan olur. Evin her ihtiyacını titizlikle gören ama mesela evde yaşayan çocuğu beslemeyen, hastalandığında doktora götürmeyen ve sağlığını tehdit eden mikroplardan korumayan insanın ne kadar yanlış yaptığı açıktır. Bize emanet edilen vücut, sağlık, vs. nimetler ruhun korunmasına ve gıdalanmasına hizmet ettiği oranda değerli olur, umulan saadeti ve lezzeti temin eder.

Sağlımızı tehdit eden en ufak bir haber karşısında (mesela hastalık ihtimali), endişeye kapılıyor ve hemen çözüm konusunda arayışlara başlıyoruz. Peki, ruha nispeten evimiz hükmünde olan vücudumuzu ve bahçemiz hükmünde olan ev ve iş çevremizi korumadaki titizliği, asıl olan ruhumuzu koruma konusunda gösterebiliyor muyuz?

Mesela aynı titizliği, hem dünyada hem ahirette ebedi hastalıklar olan, kalp ve ruhumuzda yaralar açan günahlardan korunma konusunda gösterebiliyor muyuz? Ruhumuzu günah ihtimali olan ortamlara, sohbetlere, ilişkilere sokmamak konusunda titiz miyiz?

Her halimizde, her anımızda, her işimizde sayısız cihetlerle muhtaç olduğumuz sonsuz kudret sahibine, isyan ve günahla karşı gelmenin ruhumuzu tarifi imkânsız, tüyler ürperten azaba düşürmesinden koruma konusunda titiz miyiz?

Varlığını tehdit eden sınırsız tehlikelere karşı dayanak noktası arayan, hayatının devamı için gerekli, sınırsız ihtiyaçları için yardım isteyen ruhumuzu, tek çözüm mercii olan, sınırsız kudret ve hazineler sahibi Allah’a ibadetle iltica ettirme konusunda titiz miyiz?

Günlük hayatın dağdağaları, sel gibi akan olayların dalgaları, rüzgâr gibi esen hadiselerin meşakkatli fırtınalarında boğulan, sıkışan, daralan ruhumuza, vaktinde kılınan namazla nefes aldırma konusunda ne kadar titiz davranıyoruz?

Ruhumuzu en çok üzen ama her an yaşadığımız ayrılıkların eleminden, fanilerin kaybolmasının ve sevdiklerimizin gitmesinin acısından, hamd ve tesbih ederek Allah’a ve ahirete imanımızı ziyadeleştirerek, koruma konusunda titiz miyiz?

Ebediyeti isteyen, alaka kurduğu şeyi hemen seven ve sevdiklerinden ayrılmak istemeyen, ayrıldığı sevdiklerine tekrar kavuşmayı şiddetle arzu eden, aşık olduğu ebedi alemlerden ve ebedi zaatdan haberler duymak isteyen ruhumuzu Kur’an’dan haberler dinleterek gıdalandırma konusunda titiz miyiz?

Ruhumuzu sevdiği veya korktuğu veya menfaat umduğu fani şeylere ve nefse köle olmaktan kurtarıp, Allah'ı hatırlamak ve O'nu anmakla gerçek özgürlüne kavuşturma konusunda yeterince titiz miyiz?

Bize emanet edilen emanetleri koruma konusundaki titizliğimiz güzel bir niyetle ibadete dönüştüğü gibi, inşaallah daha önemli emanetleri koruma konusundaki titizliğimizi arttırır.

22 Kasım 2007 Perşembe

Dost Tv Fragman

Dost tv ekranlarında hafta içi her gün 08 10 da canlı olarak yayınlanan (tekrarı 22 10 da ) Hikmet Arayışları programımızın tanıtım fragmanı.

21 Kasım 2007 Çarşamba

SORUYU ANLAMAK

Soruyu anlamak çözmenin yarısıdır derler. Ancak bu yarısı diğer yarısını çözmek için de ön şart olan yarısıdır. Diğer yarısının da bilgi olduğunu kabul edersek, insan konuyu ne kadar bilse de çözümün ilk yarısı olan soruyu, doğru anlamazsa sorunun yarısını çözer ve yarım puan alır diyemeyiz.

Mesala soruda son kelime olmamalıdır diye bitiyor ve okuyan olmalıdır diye anlıyorsa, konuya ne kadar hakim olsada 3 şıkkında doğru cevap olabileceğini düşünen kişi bocalar durur. Soruyu tekrar okuyup doğru anlamadığı sürece, hafızasını yoklayıp bilgisini arttırdıkca stresi arttar, gerginleşir, kendine güvenini kaybeder. Aslında kolaylıkla bilebileceği diğer sorularıda anlayamamaya ve terlemeye başlar. Hem sınavda hem sınav sonrasında ciddi sıkıntılara maruz kalır. Benzer durumları sınavların eksik olmadığı eğitim hayatımızda hepimiz yaşamışızdır.

Sıkıntıların, problemlerin, bizi üzen olayların eksik olmadığı dünya hayatında da Allah'ın kullarına kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğini vaadettiği ve vaka da öyle olduğu halde gerekli sabrı gösteremeyip, olayların dalgaları arasında boğulmamızda ve ciddi ruhi ve kalbi sıkıntılar yaşamamız da yukarıdaki örneğe benzer bir hal yaşadığımızı düşünüyorum.

İnsanların akletme kabiliyetleri ve ilmi arttıça olayların zahiri sebeblerinden asıl sebeplerine doğru derinleşmesi beklenir. Örneğin 1. dünya savaşının sebebi bir ortaokul talebesine sorulduğunda onun cevaben Sırp milliyetcisinin Macar prensine kurşun sıkması şeklinde ki cevabı yeterli görülüp sınavdan gecmesi için kafi görülürken, bir lise öğrencisinin aynı cevabı yeterli görülmez ve ondan hakim güçlerin sömürge arayışından, zengin petrol ve kömür gibi hammeddeler ulaşma hedeflerinden bahsetmesi istenir.

Aynı soru üniversite öğrencisine sorulduğunda 1789 Fransız ihtilaline, ihtila sonrası reform hareketlerine, sonrasındaki sanayileşme ve sonuçlarına vs. bilgiler istenir veortaokul talebesinin gecmesine sebeb olan cevabı üniversite öğrencisini komik duruma düşürür ve dersi geçemez.

İşte biz ilim ve tefekkürümüzü arttırmayıp olayların zahiri sebeplerine ve sonuçlarına baktığımız için olayların bir imtihan sorusu olduğunu anlayamıyoruz. Bize sorulan sorulara (musibet, sıkıntı vs.) beni mi buldun, nereden çıktı şimdi bu, sırasımıydı, ne günahım vardı gibi daha burada zikredemeyeceğim bir çok hatalı ve tehlikeli sözleri sarfediyoruz. Ve başımıza gelen hadiseler nereden geldiğini, niçin geldiğini, vazifesinin ne olduğunu, bizim ona karşı vazifemizin ne olduğunu anlayamadan sürekli bizi tokatlıyor.

Oysa imtihan salonuna giren bir kişinin sorular önüne konduğunda nereden çıktı bu soru demeyip, bilakis dersine çalışmış olmanın ve sınav sonrası alacağı mükafatın hatırlanmasıyla keyif aldığı gibi, Biz de bu dünyanın imtihan salonu olduğunu, bizim imtihan edildiğimizi ve her olayın ( üzen, sevindiren ) imtihan sorusu olduğunu farketsek nereden çıktı vs. sözlerini sarfetmek yerine bu soruya en güzel cevabı nasıl verip, en güzel mükafatı (puanı) alırım diye düşünür heyecanlanırız.

Dünya hayatımızda olaylar ve hadiseler karşısında yıkılmamak, karanlıklardan, endişelerden, korkulardan kurtulmak ve hakiki ve daimi saadeti yakalamak için anahtar kelime İMTİHAN. Bu dünyanın münhasıran cismani lezzet yeri olmayıp, imtihan yeri olduğunu farkettiğimiz anda bizi üzen olaylar, fırsata dönüşür. İnsanı üzen çabalarını karşılıksız oluşudur, yoksa karşılığının olduğunu düşünen (ahiret inancıyla ) insan fıtratı çalışmaktan, meşakketten zevk alır. Sınav sonrası istikbalini düşünen minicik yavruların, haftanın 7 günü oyunlardan vazgeçip LGS çalışması bunun misalidir.

Aynı şekilde dünyanın imtihan yeri olduğunu bilen insan kendisine sunulan nimetlerle şımarıp, sonrasında çok üzüleceği yanlışlar yapmaktan korunur. Nimetin imtihan sorusu olduğunu düşünen elindeyken hayırlı kullanır, elinden alındığında zaten hazırlıklı olduğu ve gerekli cevapları verip puanını aldığı için fazla üzülmez.

Sadece dünyanın imtihan yeri olduğunu bilmek yeterli değildir. Her olayın bilhassa beşerin de dahil olduğu olayların imtihan vesilesi olduğunu farketmek ve doğru tavır sergilemek kolay değildir. Dersini güzel çalışan öğrencinin imtihanı sevip girmek ve ödüle kavuşmak için acele ettiği gibi bizimde ilmimizi arttırıp taklitten tahkike çıkarmamız ortaokul talebesi seviyesinde kalmayıp olaylarınderinine nüfus edebilen bir seviyeye çıkmamız gerekiyor.

Olaylara tepkimiz coğu zaman düşünerek, aklederek olmayıp, hisle, kalple, davranışla olduğu için, imtihan gerçeginin sadece bilgi düzeyinde kalmayıp kalp ve his ve davranışlarımıza yerleşmesi gerekiyor. Bu da imtihan gerçeğine uygun yaşamakla mümkün olur. Bu da Kur'ana göre yaşamak ve O'nun emirlerine riayet etmekle olur. Ve riayet ettiğimiz oranda kalb ve ruhumuz, hiç bir olay karşısında sarsılmayan huzura, aydınlığa, nura, hakikive daimi saadete kavuşur.

ŞİMŞEKTEN HIZLI GEÇEN ÖMÜR

Bediüzzaman Mesnevi Nuriye adlı eserinde " senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer. " demektedir. Şimşek gibi geçer demiyor şimşekten daha çabuk geçtiğini söylüyor.

Bu söz ilk bakışta insana zamanın ve ömrün değerini anlatmak için mübalağa sanatından istifade ile verilmiş bir örnek gibi gelebilir. Nitekim ben de uzun yıllar öyle zannetmiştim ta ki Ali Çetinkaya'nın Dost tv deki muhteşem izahını dinleyinceye kadar.

Kur'an da ahirete ait sahnelerin anlatıldığı ayetlerde, dünya da ne kadar kaldınız sorusuna farklı cevaplar verildiği belirtilir. Bir kısmı bir gün kaldık der, bir kısmı bir kuşluk vakti kadar kaldık der, bir kısmıda günün bir kısmı kadar kaldık der ( mu'minun suresi 113).

Bu ayet mealleri ahirette bize soruldugunda verecegimiz cevapları söylüyor. Peki nasıl oluyorda 60-70 yıl gibi bir ömür yaşayan, bir çok olaylara tanık olan, bir çok eserler vücuda getiren insan dünya macerasını bir gün olarak hatırlıyor.

Zamanın izafi olduğu yani algılanışının kişiden kişiye değiştiği kabul edilir. Biz şimşeğin bir kaç saniye olan vaktine bir süre izafe ederken ortalama 60-70 yıl olan insan ömrüne oranla tayin ediyoruz. Yani bir kaç saniyeyi 60-70 yıla oranlayarak zihnimize yerleştiriyoruz. O zaman zihnimizde yerleştirdiğimiz şimşek vakti eşittir bir kaç saniye bölü 70 yıl.

Gelelim ömre, ömrümüzü temsil eden 70 yılı bölünen hanesine koysak, bölen hanesine de 1000 yılı koysak, 70 yıl 1000 yıla oranla bir zaman değeri ifade eder. Peki 1000 yerine 1 milyon koysak, sonra 1milyon, 1 katrilyon, 1 ketrilyon koysak, 70 yılı onunla kıyaslasak ne kadar gözümüzde zaman değeri azalır.

Gelelim dünya ömrümüzün gerçek ömrümüzle kıyasına, dünya ömrü eşittir 70 yıl bölü ebedi hayat. Ve bu iki işlemi bir biriyle kıyasladıgımızda, bizim ebedi hayatımıza oranla dünya hayatımızın , bizim 70 yıla oranla şimşege atfettiğimiz ömürden çok daha kısa olduğu hakikat olarak karşımıza çıkacaktır. Daha bitmedi en iyi ihtimalle 70 yıl olan ömrümüzün her an sona erme ihtimali ve bu ihtimali her an hatırlatan tanık olduüumuz ölümleride kıyasa dahil edersek,
sayısız emellerimizi ve aczimizin sonsuzluğunu da dahil edersek ömrümüzün ne kadar kısa olduğunu ve geçmiş kamil zatların ömre niçin rüya dediklerini sanırım daha iyi anlarız.

Nitekim Bediüzzaman 17. sözde muhteşem ifadelerle "Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider." diyerek bu hakikate ne güzel işaret etmiş.

Ömrümüzün bu kadar kısa olması değersiz olduğunu zannettirmesin. Allah sonsuz kudretiyle sonsuz kısa olan dünya ömrüne sonsuz değer vermiştir. Nitekim ebedi olan hayatımızdaki saadetimiz, makamımız, alacağımız lezzet, tadacağımız nimetler kısacık dünya hayatımızdaki amellerimizüzerine bina edilecektir. Her anımız ahirette ebedi meyve verecektir dolayısıyla ebedi değerlidir.

Bu hakikate Bediüzzaman Mesnevi Nuriye de " Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil haller, o âlemde bâki ve daimî semereler verecektir." demek suretiyle işaret etmektedir.

Sonsuz kısa olanın sonsuz değerli olması pek anlayabileceğimiz bir hakikat değil, anlayabilsek bir dakikamızı bile boş geçirmezdik. Ama ne kadar hissedebilsek kar. Allah hissimizi ve hissemizi arttırsın.

ALLAH'A ŞÜKRE BİZ MUHTACIZ

Allah'a şükretmeyen Allah'a düşman olur, Allah'a düşman olan O'nu inkar edeceği bir yola girer, O'nu inkar eden her şeyini yitirir.





İnsan kainat ağacının meyvesidir. Kainatı içine alan bir kalb çekirdeği taşımaktadır. Kalb en başta kendinin, yakınında olan hem cinslerinin ve alakalı olduğu her şeyin daimi mutlu olmasıyla, gerçekten mutlu olabilir. Bir süreliğine kendisine veya sevdiklerine sunulan nimetler onu mutlu etmeyecegi gibi bilakis nefretini celbeder. Devamlı olmayan şeyde lezzet yoktur.





Kalb alaka duydugu şeylerle ebedi birlikte olmak ister. Aksi halde sevmez, sevemez. Sevmek icin tabiri caizse "devam garantisi" ister. Çünkü devam etmeyen şeyler bir lezzet verirse, son bulduğunda kalbe 100 acı çektirir. Daha nimeti tadarken son bulacağı aklına geldiğinde acılar başlar. Kendisine her an sunulan hadsiz nimetler ona hadsiz acılara dönüşür.



Her an sayısız nimetlerden istifade eden insan her nimetin alınmasındaki güzel manaları farketmeyince çektiği acılar sonrasında tırnak içinde " madem alacaktın niye verdin" der. Kendisine her an dokundurulan hadsiz nimetlerin acı çektirilmek için verildiğini düşünen insan nimetleri verene sevgisini ne kadar sürdürebilir.



Kendisine her an acı çektirdiğini düşündüğü Allah' a karşı gizli gizli düşmanlık duyguları beslemeye başlar. Çekilen acılar arttıkca düşmanlığı ziyadeleşir. Kendisine her türlü azabı tattırdığını düşündüğü Rabb'ini inkar arzusu kalbinde yeşerir ve ilk fırsatta bir bahane ile inkar eder. Kendisini yoktan var eden, her an sınırsız sayıdaki ihtiyaçlarını gideren ve gelecekte de kendisinin ve tüm sevdiklerinin ihtiyaclarını yerine getirebilecek yegane varlık olan Rabb'ini inkar eden her şeyini kaybeder. Tarifi imkansız karanlıklar içerisinde kalır.



Allah'a şükredilince hakikatın kapıları açılır ve gerçek hissedilir.

Allah'a şükreden insan dünyadaki nimetlerin asıl olmadığını, tadımlık ve ahiretteki asıllarını hatırlatan ve oraya teşvik eden numuneler (gölgeler) oldugunu farkeder, hisseder. Nimet son buldugunda, zaten tadımlık ve fani olduğunun farkında olduğundan, Rabb'nin emsalini vermeye kadir olduğunu bildiğinden ve ahirette tekrar daha güzel şekilde kavuşma ümidinden dolayı fazla üzülmez. Dolayısıyla Rabb'ine olan muhabbeti azalmadığı gibi, Rabb'inin ahirette kendisi için hazırladığı nimetleri hatırlar muhabbetini ve şükrünü ziyadeleştirir.


Nimetin nimet olması devam etmesine, insanın nimeti göndereni sevmesi, nimetin devamını farketmesine bağlı. Nimetin devamını farketmek ise ancak şükürle mümkün olur.


Şükürle insan dünyada kendisine sunulan hadsiz nimetlerin tadımlık olduğunu farkeder, dolayısıyla onların doyumluk olmadığını, doyma yerinin ahiret olduğunu farkeder ve ahiretteki asıllarına iştahı uyanır.


Hasılı Rabbine şükreden insan, nimeti gönderenin Allah olduğunu farkeder

Rabb'ine şükreden insan, nimetlerin emanet ve tadımlık olduğunu farkeder

Rabb'ine şükreden insan, nimetlerin asıllarının ahirette olduğunu farkeder

Rabb'ine şükreden insan, nimetlerdeki maddi lezzetten bin defa ziyade olan iltifatı farkeder

Rabb'ine şükreden insan, kalb ve ruhunun ebed arzusunu gıdalandırır

Rabb'ine şükreden insan, nimetlerde saklı olan hazineyi, yani Allah'ın Esma'sının tecellilerini farkeder

Rabb'ine şükreden insan, kainatın düzednini ve şükrünü farkeder onlara ortak olur

Bu manaları hatırlayan mü'min nimetlere kavuşunca şükrünü dolayısıyla Allah'a olan muhabbetini arttırır. Nimetler alınınca da alınmasıyla aslında ne gibi manevi nimetler sunulduğunu farkeder (ahireti hatırlatmak gibi), tekrar kavuşacağını ümit eder Allah'a olan muhabbeti azalmaz bilakis artmaya devam eder. Her an sayısız nimetlerle kendisini nimetlendiren Rabb'nin muhabbetiyle kendinden geçer. Tam ve kesilmeyen ve eksilmeyen saadete kavuşur.

Paylaşmaya çalıştığımız manalar bilmekle hissedilmez. yaşamak lazım. yaşayışla şükretmek lazım. Helal kazanmak, kanaat etmek, iktisat etmek ve şükrün en camii olan namazı kılmakla bu manalar hissedilir. Daha dünya da cennet saadeti yaşanır.





18 Kasım 2007 Pazar

YENİ BİR SAYFA

Değerli dostlar..söz gider yazı kalır.
Sizlerle paylaşmaktan büyük bir feyiz ve haz aldığımız,hikmet arayışları programından mülhem fikir ve düşüncelerimi burada sizinle paylaşmak üzere bu sayfayı açmış bulunuyorum...
Gerek yorum göndererek, gerek eleştiri yaparak gerekse dua ile katkılarınızı bekliyorum.

Abdulmecid DEMİRCİ