24 Aralık 2007 Pazartesi

NASIL YAŞAMALI





Dünya da her halimizle imtihan ediliyoruz. Haberleriniz ortaya çıkıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz ( Kur’an 47/31) mealindeki ayeti kerimeden de anlaşılacağı üzere, Rabbimiz bizi çok çeşitli vesilelerle farklı, beklenmedik imtihanlara alıyor. Bu imtihanımız bir derece dünyadaki imtihanlara benziyor. Bazen doğru ile yanlış arasında, bazen birden fazla şık arasında tercih yapmak bazen de boşluk doldurmak gerekiyor.

Bizim imtihanımızın önemli farkı, bütünleme ve telafi imkânının olmaması. İmtihan kaybedildiğinde ebediyen kaybedilmiş olunuyor ve telafi imkânı verilmiyor. Ama bu dezavantaj gibi görünen hal Kur’an ve Mi’racı yaşayan Peygamber Efendimizin gaybdan doğru haberler vermesiyle fazlasıyla telafi ediliyor.

Kur’an da yapılan fiillerin ahiretteki karşılıkları, Allah’ın dünyada kimlerden ve hangi vasıflardan razı olduğu, açık açık ve ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu açıdan aslında imtihan çok kolay çünkü cevaplar belli. Doğru cevabın akıbeti belli, yanlış cevabın akıbeti belli. Bir açıdan herkesin imtihan şartları kendine has ve orijinal olmakla beraber, diğer taraftan güzel insanlardan istifade etme, bir ölçüde kopya çekme de mümkün.

Bir işe karar verirken veya verilen bir kararın uygulanması anında, sürecin Kur’an ve sünnete uygunluğu kontrol edilebilir. Bu konuda zaman zaman uygulamaya çalıştığım, uygulanıldığında pişman olunmayacak kararların verileceğini düşündüğüm iki uygulama örneği vermek istiyorum.

Bir işe başlama veya başlanan bir işe devam konusunda tercih yapmak gerektiğinde şöyle düşünüle bilir. Yaşımız 70 olmuş. Ölüm döşeğindeyiz. Doktorlar akrabalarımıza çare kalmadığını söylüyorlar ve azrailin gelmek üzere olduğunu hissediyoruz. Önümüzde ebedi bir hayat var. Ama onun öncesinde hesap vermek var. Ve ömrümüz film şeridi gibi gözümüzün önünden geçiyor. Olaylara verdiğimiz tepkiler, yapılan tercihler, emanet edilen nimetlerin kullanımı hep gözümüzde canlanıyor. Bazıları bizi mutlu ediyor, onları yapmaktan tarifi imkânsız bir lezzet hissediyoruz. Çünkü birazdan onlara çok ihtiyacımız olacak.

Bazı tercihler ve sonrasındaki uygulamalar ise yüzümüzü ekşitiyor ve ebedi pişmanlığa dönüşüyor. Keşke yapmasaydık diyoruz ama elde çare yok, imtihanı sonlandıran zil çalmak üzere. O an tarifsiz bir pişmanlık yaşıyoruz.

Şu an tereddüt ettiğimiz tercih aklımıza geliyor. Acaba hangi tercih sevincin de üzüntünün de daimileşeceği o anda bizi mutlu edecek. Acaba hangi tercih insanların dışında tüm mahlûkatın hissettiği/duyduğu ve biz duysak iştahımızın kesileceği kabir pişmanlığından korur. O anki halin dehşetini doğru kararın sevincini, yanlış kararın pişmanlığını hisseder de ona göre karar verirsek ebedi pişmanlıklardan korunuruz inşaallah.


Tercih yapmak gerektiğin de yukarıdaki uygulamayı yapabileceğimiz gibi boşluk doldurmaya benzeyen, mevcut durum karşısında ne yapacağımızı bilemediğimiz de şu uygulama yol gösterici olabilir. Benzer olaylar karşısında farklı tercihler ortaya koymuş insanlar incelenebilir. Diyelim sizinle benzer eğitimi almış ama farklı meslekleri seçmiş ve şu anda ömürlerinin sonuna yaklaşmışlar. Ve artık ikisi de ölümü bekliyor. Siz hangisi gibi olmak istersiniz.

Mesela, bir tanesi herkesin rağbet ettiği, cazip, dünyevi imkânları fazla olan ama günahlardan korunmanın zor olduğu bir mesleği seçmiş ama şu an yalnız. Bir süre önce peşinde koşanlar, arayanlar şimdi unutmuş. Eski günlerinden ayrılmanın azbını yaşıyor ve ölim korkusu uykularını kaçırıyor, çünkü hazırlığı az. Diğeri ise pek dünyevi cazibesi olmayan, geliri daha az ama helal kazanç olan bir iş tercih etmiş, haramlardan korunmuş. Etrafında az ama samimi dostları olmuş ve hala o dostları yanında ve onlarla mutlu. Ölümü nispeten güzel görüyor çünkü hazırlık yapmış.

Ve biz o yaşa geldiğimizde mutluluğun ve pişmanlığın daimi olacağı son demlerimizde hangisi olmak istiyoruz ona göre tercih yapmalıyız. Geçici rüzgârlara aldanıp sonunda ebedi pişmanlık çekmemek için zahiri bakıştan kurtulup derin ve faydalı bilgi olan hikmete ulaşmalıyız. Aksi halde Bediüzaman’ın tabiriyle tasavvurundan kalb ve ruhun ürperdiği akıbete düşmekten kendimizi koruyamayız.

AZAMETİ FARK ETMEK


Günah Yazıları 03

Kainatta her şeye yansıyan muazzam bir denge var. Bu denge sanki iki zıt kavram üzerine kurulmuş, eskilerin cazibe ve dafia dedikleri, çekme ve itme kuvveti. Bu kuvvetler atom seviyesinden yıldızlara kadar her alanda cari. Kainat bu iki kuvvet arasındaki muazzam dengenin her an korunmasıyla, değişen şartlara göre ayarlanmasıyla devam ettiriliyor.

Dünya güneşin çekim gücüyle, dönmesinin itme gücü arasındaki muazzam dengeyle mevcut hayata vesile olan yolculuğunu sürdürüyor. Hayvanlar dostlarına sevgi ve düşmanlarından korkma/korunma ile hayatlarını sürdürüyor.

Bu iki kuvvet insanda da muhabbet ve korku kuvveleri şeklinde tezahür ediyor. Hayatımızı etkileyen kararlar bu iki hissiyatın sevkiyle veriliyor. Arasındaki muazzam denge sağlandığı oranda emniyet ve huzura kavuşuyoruz. Evlat ebeveynin muhabbet ve korku konusundaki dengeli davranışlarıyla şımarıp tembelleşmeden ve korkup evi terk etmeden vazifelerini ifa ediyor.

İnsanın tüm hayatı boyunca gerek dünyevi işlerde, gerek uhrevi vazifelerinde dengeyi koruması için her an bu iki histen istifade etmesi ve bu hisler arasındaki dengeyi koruması gerekiyor. Sadece teşvik etmek, mükafat vermek insanı gaflete, tembelliğe sürüklüyor. Sadece korkutmak, tehdit ise insanı canlandıran ümidini kaybettirip ye’se atıyor. İstikameti korumak ve devamını sağlamak için her an havf ve reca arasındaki dengeyi korumaya ihtiyaç duyuyoruz.

İnsanı en iyi bilen Rabbimiz bu fıtratımıza uygun olarak Kur’an’ında hem bizi ahiretteki sayısız nimetleri hatırlatarak hayra teşvik ediyor, hem de cehennem tasvirleriyle nefsimize yönelik günahlardan çekinme konusunda bize dersler veriyor. Bizi hem cennete çekiyor, hem cehennemden bahsederek, cennete doğru itiyor.

Bu iki his Allah’ın emirlerinin cazibesine kapılıp uyma ve günahların çirkinliğini fark edip uzak kalma şeklinde hayatımızda farklı sahada hükmünü icra ediyor. Gerçek bu olmakla beraber, imtihan sırrı gereği Allah’ın emirlerinde bir görünüşte ağırlık, günahlarda ise sahte, sun’i, altatıcı bir cazibe görünüyor.

İnsan günahların bu aldatıcı cazibesine aldanmamak için nefse yönelik celali isimlerin tezahürü olan bir tehdit ve ikaza ihtiyaç hissediyor.

Mesela her insan trafik kurallarına uymanın en başta kendisi için faydalı olduğunu biliyor. Ama uyma konusunda nefse yenik düşebiliyor. Ve bu yenik düşmesi kalbinin nefse mağlup olması yanında kural koyan ülkenin kanunu uygulamadaki ciddiyeti ile de ilişkili oluyor. Bir kişi kanunların kolay ihlal edilebildiği ülkelerde trafik kurallarına uyma konusunda gerekli hassasiyeti göstermezken, aynı insan kanunların sıkı uygulandığı ülkelerde trafik kurallarına harfiyen uyuyor.

Bulunduğu ilkede kanun hakimiyeti ciddi uygulandığı için, sanki kanunlar memleketin her köşesine sinmiş. Gece yarısı da olsa kişiler kendilerini kurallara uymak zorunda hissediyor. Nefsi kalbine galip olsa da ve bu üstünlüğünü, gelişmemiş ülkelerde uygulamaya muvaffak olsa da, gelişmiş ülkede nefis galip gelemiyor. Kanunu ihlal etmeye cesaret edemiyor.

Kendisinin her an kameraların kaydettiğini gören ve kanunların ciddi uygulandığını bilen birisi ihlale cesaret edemediği gibi, Allah’ın zerrelerden, yıldızlara uzanan azametini, kurallarını uygulama konusundaki hassasiyetini, kurallara kimlerin uyduğunu fark etse ihlalden sakınacaktır.

Demek insanların günahlara girebilmesinin mühim bir sebebi de Allah’ın azametini anlayamamasıdır. Zerrelerin küçüklüğüne güvenip gizlenemediğini, milyonlar dünya büyüklüğündeki dev ateş kütlelerinin büyüklüğüne güvenip itaatsizlik edemediğini, emrine uymayan kavimlerin başlarına gelen azap tecellilerini fark etse günah işleyemeyecektir.

Dünyanın artan ve çeşitlenen nimetleriyle palazlanan nefsimize söz geçirmek için, Allah’ın azametini, emirlerinin kâinatta uygulanmasındaki ciddiyeti, her şeyin her an emrine mutlak itaat ettiğini, isyan edenlerin azınlık olduğunu ve hikmete binaen izin verildiğini nefse hatırlatmalıyız.

Kâinatın itaatini ancak kendimiz itaat etmekle fark ederiz. Allah’ın azametinin zihinlerde tespiti ancak ibadetle olur. İbadetimizle kâinatın ibadetini fark ederiz. Kâinatın ibadetini fark edince, Allah’ın azametini fark ederiz. Allah’ın azametini fark edince daha ciddi ibadet etme ve günahtan uzak durma ihtiyacı hissederiz. Böylece en güzel kul olma sürecinde terakkimiz devam eder.

23 Aralık 2007 Pazar

KALBİN GIDASI



Bir ağacın meyvesi onun özetidir. Meyvede ve onun kalbi olan tohumda bir ağaç saklıdır. Dolayısıyla meyvenin tüm ağaçla bağı vardır. Tüm ağacı kuşatan bir sevgi içinde barındırır. Ağacın her hangi bir yerindeki olaydan etkilenir. Aynen bunun gibi insanda kainat ağacının nazik ve nazlı bir meyvesidir. İçinde taşıdığı kalb çekirdeği tüm kâinatla ilgilidir. Tüm kâinatı içine alan bir sevgi kalbde yerleştirilmiştir.


Bu özelliği dolayısıyladır ki kalb birlikte olduğu eşya ve insanlara hemen ünsiyet eder. Onları sever ayrılmak istemez. Ayrıldığında özler. Askerliğini bitiren, oturduğu ili değiştiren, işyeri değiştiren, hatta işyerinde oda değiştiren insan eski yerini ve dostlarını özler.


Beraber olduğu şeye hemen ünsiyet eden ama beraber olduğu her şeyinde er geç kendini terk ettiği ve bu terkle parçalanan kalb sanki bu dünya ya ait değildir. Başka alemlere bakıyor. Çünkü bu dünya ve içindekiler ona mutluluktan çok elem veriyor.


Oysa nefis ve cisim öyle değil bu dünyaya ait gibiler. Bu dünyanın nimetleri pekala onları doyuruyor ve mutlu ediyor. Sanki ebedi bir yolculuğu olan kalb bu dünya hayatı boyunca, dünyaya ait olan cisme hapsedilmiş gibi. İnsanın bu dünya da varlığını sürdürmesi için bu dünyaya ait olan cisminin bu dünyada bulunan ihtiyaçlarını karşılaması gerekiyor.


Ancak insan cisimden ibaret değil, hayat da bu dünyadan ibaret değil, aynı insanın kalbini de hayatlı kalmasını sağlamak için, başka aleme ait olan kalbinin de gıdasını ait olduğu alemden, yani beka aleminden karşılaması gerekiyor. Yoksa kalb cisme tabi olup kısa dünya hayatında boğulup gidecek.


Oysa insan ebede giden bir yolcu ve yolculukta daimi olan, asıl olan kalb, cisim sadece bu dünyada ona arkadaşlık eden bir elbise gibi. Kalb uzun yolculuğuna, dünyadaki cisimden ayrı olarak devam edecek.


Bu manayı kolaylaştıran şöyle bir misal verilebilir. Dünya ölçeğinde düşündüğümüzde insanın ait olduğu yer kara ve havanın birlikte olduğu yer yüzü. Yeryüzüne ait olan insanın deniz dibine bir süreliğine asıl yurdu olan yeryüzünü ilgilendiren vazife yapmak üzere dalış yaptığını düşünelim. Bu insan gittiği yere yani deniz dibine uyum sağlamak için bir elbise giyiyor. Onu basınçtan koruyor. Ama bedeninin varlığının devamı için ait olduğu hava âleminden, bir hortum vasıtasıyla her an hava alması gerekiyor.


Bu insan deniz dibinin cazibesine dalsa renk renk balıkları, mercanları, ağaçları görüp onların cazibesine kansa ve ait olduğu alemle bağını (hortumu) koparsa denizin dibinde boğulup kalacak, asıl yurduna dönemeyecektir. Denizde madem misafirim boş boş dolaşayım da diyemez çünkü asıl yurdunu ilgilendiren vazifeleri var. Yani hem misafir olduğunu unutmayıp oraya bağlanmayacak, hem de vazifesini yapacak.


İnsan bu dünya da aynen örnekteki insana benziyor. Bu dünya asıl yurdu değil. Asıl yurdunu ilgilendiren vazifeleri var. Ama misafir olduğunu unutmamak ve dünya denizinde boğulmamak için asıl yurdundan sürekli beslenmeye ( hava almaya) muhtaç. Kalbi ve ruhu sürekli oradan gıda almak zorunda. Tıpkı ailesini asıl yurdunda bırakıp askere giden ve askerliğin zor şartlarına ancak ailesini ve onlara kavuşma ümidini düşünerek katlanan bir asker gibi.


Nefis dünyalı olduğu için ve dünyada yaşadığımız için ve dünyevi şeyler nefse gıda olduğu için klabe oranla avantajlı gibi görünüyor. Adeta kalb nefis kafesinde hapsedilmiş gibi. Dalgıç elbisesinin asıl olmayıp insanı daraltan bir elbise gibi nefis. Kalb ve ruhun daralma karşısında boğulmaması ve bir gün nefis, cisim kafesinden çıkması gerekiyor.


Peki, kalb ve ruh nasıl asıl yurdundan gıda alır beslenir. Bu soruya Bediüzzaman 24. sözde şu cümle ile en güzel cevabı veriyor. "Ubûdiyet ise, onun (insan) yüzünü fenâdan bekâya, halktan Hakka, kesretten vahdete, müntehâdan mebde'ye çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde' ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisâldir"

Demek insanın daracık ve sıkıntılı dünya hayatında boğulmaması için ibadetle asıl yurduna yönelmesi, oradan haberler alması, oradan gıdalanması gerekiyor. Taki ruh cisim kafesinden sıyrılıp yanı anda yüz binler mekanda bulunma ve yüz binler nimetleri tatma saadetine kavuşun.

17 Aralık 2007 Pazartesi

İLK ADIM


Günah Yazıları 02

Tarih ve yaşam öykümüz ilk bakışta önemsenmeyen ama insanların hayatında çok büyük değişiklikler yapan ilk adım örnekleriyle doludur. Fatura kuyruğunda beklerken normal olandan birkaç saniye fazla süren bakışın evliliğe dönüştüğü, anlık bir tereddüdün ardından cesaret edilen tanışmanın önemli bir iş vesilesi olduğu, sınavda son bir hamle ile son anda işaretlenen doğru cevabın ciddi bir meslek kazanımına dönüştüğü vs. çok ilk adım örnekleri duymuş, yaşamışızdır.

Her zaman bu basit ilk adımlar hayırlı sonuçlar vermez. Bazen de küçük bir adım büyük şerlerin, musibetlerin celbine vesile olur. Tahrip ve şer kolay olduğu için belki ilk adımın şerle sonuçlanan örnekleri daha çoktur. Şer ve zarar deyince ilk akla gelmesi gereken ahirette daimi nusibet/ hastalık olan, insanı imanınını kaybetmesine kadar götürebilen bir yolculuğun ilk adımı olan günahlar olmalıdır.

Bu tehlikeye Bediüzzaman 17. lemada “hazer et ( sakın) , dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma” demekle dikkat çekiyor. Yine mesnevi-i Nuriyede tembellikle başlayan ilk adımın, insanı inkara kadar götüren yolculuğu anlatılıyor.

Her bir günahta küfür tohumu saklı ve bu günah devam ederse o tohum filizleniyor, ağaç oluyor ve sahibinin imanını, dolayısıyla kayıpların en büyüğü olan ebedi hayatını, cenneti kaybetmesine sebep olabiliyor. Peki, insanları başta önemini anlamadığı, kötü akibetini kestiremediği günah yolculuğuna ilk adımı attıran haller neler.

Risale-i nura bakıldığında insanları günaha, isyana, inkara götüren yolculuğun ilk adımında gaflet olduğu anlaşılıyor. Gaflet kısaca, ilgisizlik, lakaytlık, değerini bilmeme olarak tarif ediliyor. Bize emanet edilen her biri kâinat değerinde cihazları, değerini fark edip gerekli yerlerde kullanmayınca, önce değerinden/öneminden gaflet ediyoruz. Sonra da değerli olmadığını düşündüğümüz cihazları değersiz yerlerde kullanıyoruz.

Örneğin dünyanın en zengin ülkelerinin bir araya gelip, bizim ülkemiz gibi ortalama gelir seviyesine ait ülkelerin milli gelirinin üzerinde bir masraf yaparak, güvercin büyüklüğünde, uzaktan kumanda ile idare edilen, radara yakalanmadan düşman ülkesi üzerinde her yere girip resimler, videolar gönderen, ölçümler yapan bir uçak yaptığını farz edelim. Bu uçağın değerini bilen onu korumakla görevli bekçi onu evine götürüp çocuğuyla oyuncak olarak oynar mı?

İnsanların günaha girmesinin öncesinde verilen cihazları boş yere kullanma ( kullanması gereken yerde kullanmama ), onun da öncesinde cihazların değerini bilmeme (gaflet) yatıyor. Oysa insan kendisine verilen her bir cihazın değeri üzerine biraz düşünse, o cihazların gıdalanması, çalışması için gerekli şartların hazırlanmasında kainatın hizmetini düşünse, zerrelere, atomlara, elementlere, bakterilere, bitkilere, hayvanlara, yağmurlara, rüzgara, buluta, yıldızlara ve onların hizmetlerine baksa o cihazları, mesela gözü haramda kullanabilir mi?

Kendinse takılan, emanet edilen cihazların önemini fark eden insan, o cihazların önemli vazifelerinin olduğunu fark eder. Önemli vazifelerinin olduğunu fark eden, önemli ve tüm kainatı ilgilendiren neticeleri olduğunu fark eder. Gerek vazifenin, gerekse neticelerinin önemini fark eden, ciddiyetle ve devamla vazifesini (mesela namazı) ifa eder.

Vazifesinin öneminin farkında olan ve ciddiyetle ifa eden insanın günah işlemek aklına gelmez ve günah işlemeye vakti olmaz. Çünkü zamanını en değerli ve lüzumlu işlerle doldurmuştur. Vazifesini yaptıkça kendisinin ve kainatın ve görevinin değeri anlaşılır, anlaşıldıkça daha bir ihtimam ile vazife ifa edilir. Hakiki saadeti ve değeri keşfedenin, aldatıcı, suri, geçici günahlara ( ebedi kayıpların ilk adımına ) ayıracak vakti kalmaz.

Sonu ahirette tüm sevdiklerimizden ebediyen mahrum kalmak, dünyada onun azabıyla yaşamak olan inkara götüren yolculuğun ilk adımı olan günahlardan korunmak için ilk yapılması gereken, en kolay ve etkili yol; bize emenet edilenlerin ( akıl, el, göz, dünya, kainat, kur’an vs) değeri üzerine düşünmek, emanetlerin kıymetini bilip hayırlı işlerde gönüllü olarak tatlı tatlı terlemek olmalı. Aksi takdirde çok terleyeceğiz ama sonu olmayacak, tadı olmayacak.

15 Aralık 2007 Cumartesi

BU BAYRAM NEFSİ KURBAN EDELİM

İşyerinde arkadaş gurubunda yaklaşan kurban bayramı münasebetiyle mevzu kurban kesmeden açıldı. Tüm gurub üyelerinin aylık geliri ülke ortalamasının üzerinde olmasına rağmen nefisler hep kesmenin bize borç olmadığına dair deliller getirmeye çalışıyordu. Ev yok, borç var, araba yok. Belki de matematiksel olarak hesapladığımızda gerçekten bize kurban borç değildi.

Ama vicdanıma danıştığımda ve diğer eşya ile olan münasebetlerime baktığımda ve Kurban kesmenin kalb ve ruhuma, nefis terbiyesine bakan hikmetlerini düşündüğümde, kurban kesmemekle ne kadar büyük bir ni’metten mahrum kalacağımı düşündüm.

Hepimizin cep telefonu vardı ve cep telefonu ( hele son model ) kullanmak bize vacip değildi. Ama gerek sürekli yenilemek, gerekse lüzumsuz kullanımlar sebebiyle her yıl birkaç kurban parası miktarı harcıyorduk. Daha başka birçok eşyaya bizi mutlu edeceğini zannederek acımadan para sarf ediyorduk. Ve çoğu zaman umduğumuzun aksine yeni sıkıntılara, yeni harcamalara sürükleniyorduk. Oysa kalb ve ruhu gıdalandırmak nefsi dizginlemek için kurban kesmeye biz muhtaç olduğumuzu anlasak, lüzumsuz harcamalardan biraz kısıp, pek rahat kurban kesebilirdik. Bize borç olmadığı söylense bile, o eşsiz ni’metten mahrum kalmazdık.

Evet Allah’ın kulun kurbanına, hiçbir şeye ihtiyacı elbette yok. Ama biz son derece muhtacız.

Hayatımızı tehdit eden sınırsız eşya karşısında titrememek, kainatı kapsayan sınırsız ihtiyaçlarımız karşısında aciz mahlukata dilenci olmamak için kurban kesmekle Allah’ın sınırsız kudret ve sınırsız hazinelerini keşfe muhtacız.

Rabbimizin verdiği nimetin bir kısmını O’nun rızası için kurban etmekle, bize hediye ettiği sayısız nimetlerin kıymetini, değerini, güzelliğini anlamaya biz muhtacız.

O’nun verdiği her biri kainat değerinde olan nimetlerin faniliğini görüp ıztıraba düşmemek ve ebedi olan ahiretteki asıllarını hatırlayarak kalb ve ruhumuza teneffüs ettirmek için kurban kesmeye biz muhtacız.

Fani olan, bugün gideceğinin hatırlanmasıyla kalbimizi kanatan, yarın elimizden çıkmakla kalbimizi kanatacak olan eşya ile kurduğumuz yanlış bağlarımızı kesmek için kurban kesmeye muhtacız. Ta ki yarın elimizden alındığında feryat etmeyelim, zaten kurban kesmekle fani olduğunu, emanet olduğunu ve imtihan sebebi olduğunu uygulamalı olarak öğrenmiştim diyelim.

Ayine-i Samed, mahalli iman olan kalbin, batınına girmemesi gereken, girmekle kalb ve ruhu tarifsiz acılara maruz bırakan fani mahbubları oradan çıkarıp, kalbin aradığı gerçek ve daimi ihtiyacı olan Allah sevgisini koymak için kurbanla fani mahbublarla olan yanlış bağları kesmeye şiddetle muhtacız.

Eşyaya köle olmamak, rızkı patrondan, devletten bilmeyip onlara minnet etmemek, cazibesi karşısında aldanıp dünyada boğulmamak, mahlûkatta güç vehmedip korkmamak için, onlara atfettiğimiz vehmi, yalancı özellikleri kurban kesme eğitimiyle, silip atmaya çok muhtacız.


Sevdiklerimize ait zannettiğimiz güzelliklerin onlara ait olmadığını fark etmek, böylece gitmeleriyle/nankörlükleri ile üzülmemek, bizi mutlu eden tüm güzelliklerin hakiki sahibini tanımak ve O’na yönelmek böylece hakiki, daimi, sonu olmayan sevgiliye kavuşmak için kurbanla O’na yaklaşmaya biz muhtacız.

Lezzetinden yüzlerce kat elem veren fani zevklerin peşinde koşan, isteğini yerine getirince doymayıp açlığı artıp daha fazlasını isteyen, bizi dünyada boğup iki cihan saadetimizi mahvetmek isteyen nefsimizi dizginlemeyi öğrenmek için kurban kesmeye çok muhtacız.

Sevdiklerimizi mutlu etmek, gözlerinde sevinç, dudaklarında tebessüm ifadesini görmek için saatlerce hazırlık ( surpriz, kek, yemek vs) yapan bizler, sınırsız ni’metler ikram eden ve daimi sevilmeye layık olan Allah’ın rızasını celbetmenin, meleklerine karşı bizimle iftihar etmesinin şerefine, lezzetine muhtaç değil miyiz? “Adem oğlu, Kurban Bayramı günü Allah Teâlâ katında kan akıtmaktan daha sevimli hiçbir amel yapmamıştır” hadisindeki müjdeye nail olmaya ruhumuz ne kadar muhtaç farkında mıyız?

Hasılı, Kurban kesmekle aslında kurbanı değil, ameliyat eder gibi, daha bilemediğimiz nice kalbimize yerleşmiş ve acıtan yanlış bağları, yanlış fikirleri, aldatıcı vehimleri, alakaları kesiyoruz. Kurban etini yemekle maddi bedenimizden ziyade, ameliyat sonrası ilaç ve gıda olacak doğru fikir ve hislerle kalbimizi gıdalandırıyoruz.

Gelin tüm bu gıdalardan ruhumuzu mahrum bırakmayalım. Nefsimiz ve tanıdıklar sana kurban borç değil desede, nice yerlere yaptığımız lüzumsuz harcamaları hatırlayalım ve borç olmasa da imkanımız varsa kurban keselim.

Gelin bu bayram nefsi kurban edelim
Gelin bu bayram kalbimizi sultan edelim.

12 Aralık 2007 Çarşamba

HİÇ UĞRUNA

Rabbimiz insana sayısız cihazlar takmış. İmtihan sırrı gereği her cihazı insan hem hayrına hem de kendi zararına kullanabiliyor. Merak, endişe, sevme, hırs, inat gibi binlerce his, çok güzel hayırların kazanılmasına vesilelik yaparken, birçok insan için hem dünyasını hem ahiretini azaba çeviren bir azap aletine dönüşebiliyor.

Bu hislerden bel ki de en ilginci, belki zararının büyüklüğünden dolayı daha çok çoğul şekli kullanılan evham hissi. Bu his o kadar ilginçtir ki olmayan bir şeyi varmış gibi kabul ettirip insanlara tarifi imkansız acılar çektiriyor. Olacak bir acıyı ise kendi toplamından binlerce kat fazla hale getirip insana hayatı zehir edebiliyor.

Olmayan bir şeyi var gibi göstermesine örnek, hiçbir hastalığı olmadığı halde evham yüzünden hastalık ihtimaliyle azap çeken insanlar var. Ve ya ameliyat olan bir insan, ameliyat esnasında uyuduğu ve sonrasında yapılan düzenli tedavi ile hiç bedeni acı çekmediği halde ( bizzat yaşadığım bir olay ), ameliyat öncesi dönemde günlerce uykudan ve yemekten lezzet alamayabiliyor. Olayın kendisinde hiç acı olmadığı halde yanlış kullanılan evham hissi yoktan azap çektiriyor.

Belki aynı his aslında numune, tadımlık ve imtihan vesilesi olan bir nimeti, kavuşmadan önce çok abartıp lezzet beklentisini, dolayısıyla o ni’mete ( makam, para, iş ) kavuşmak için verilmesi gereken tavizleri arttırıyor. Ve gerçeğin öyle olmadığının fark edilmesiyle yaşanan travma derin olabiliyor.

Aynı his, ni’mete kavuşulduğunda ni’metin daimi olduğu vehmini insana aşılıyor ve er geç öyle olmadığı fark edildiğinde derin bir ızdırap insana yaşatıyor. Aynı his dünyayı sabit zannettiriyor ve o zan sebebiyle bütün bütün zayi ettiriyor. 17. söz.

Bediüzzaman lem’larda “ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini” belirterek bir çok insanın olamayan bir şeye vücud vererek ebedi hayatlarını tehlikeye attığını, hiç uğruna dinlerini feda ettiklerini vurguluyor.

Mesela bu hissin telkiniyle şeytanda ve ona tabi olanlarda güç vehmedip, onlardan korunmanın mümkün olmadığını düşünüp, tavizler verildiği, imanı zedeleyen yorumlar yapıldığı görülüyor. Allah kullarının rızkına kefil olduğunu açık açık belirttiği halde, aç kalırım vehmiyle sınırsız aciz ve muhtaç olan insan, sınırsız kudret ve hazineler sahibinin emir ve yasaklarına uymayarak tavizler verebiliyor.

Şeytan, hilesi zayıf olduğu ve zorlamaya hiç gücü olmadığı halde insanları evhama düşürmek suretiyle onlar üzerinde tasarruf ediyor. Evhama yenik düşen şeytana oyuncak ve maskara oluyor.

Allah Kur’an’ında hiçbir kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğini, her zorlukla beraber kolaylık ve sabır da yaratacağını belirttiği ve bunun doğru olduğunu yaşadığımız onlarca tecrübe tasdik ettiği halde, yine geleceğe dair evhamlar la hayatımızı zehire çeviriyoruz. Zarar ihtimali doğduğunda sabır halimizin bu günkü gibi kalacağını ama ekstra yük yükleneceğimizi, dolayısıyla o yükün altında ezileceğimizi zannediyoruz. Hâlbuki yük ağırlaştığında yükle beraber ve ona oranla sabır kuvvetinin de gönderileceğini hesaba katmıyoruz.

Mesela, bu güne kadar ve mevcut halimiz ile çok iyi beslendiğimiz halde, yarın evlendiğimde, çocuk olduğunda ne yaparım diye düşünüp bu günümüzü olmayan bir şey yüzünden harap ettiğimiz gibi, gerçekleşmesi fıtri olan şeyleri geciktirerek azabı daha da arttırıyoruz. Allah mü’minin ölüme yaklaştığında ölüm korkusunu bile hafifleteceğini vaat ediyor.

Tüm bu evhamların temelinde inkar ve vesvese yatıyor. Kainatın başıboş ve tesadüf oyuncağı olduğu zannı yatıyor. Çözüm ise kainatı ve bizi, her şeye gücü yeten izni olmadan bir ağacın yaprağının bile yere düşmediği bir Rabbi idare ettiğine iman etmek. Ve itaat ile ona tevekkül etmek her türlü ihtiyacımızı karşılamaya gücünün yeteceğini bilmek ve vaat ettiğinin farkında olmak.

Bediüzzamanın şu nasihatını unutmayalım "dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. bu saati düşün."

HAYRA KOŞMAK VEYA DİRENMEK

Bediüzzaman bilhassa imani meselelerde, Allah’ı tanıma yolculuğunda hakikatlere bir yönden bakmanın çok tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini söyler. Hakikatlere diğer unsurlarında beraberce düşünüldüğü, külli bir bakışla yaklaşmak gerektiğini söyler. 24. sözde geçen şu cümleler bu hakikatı vurguluyor. “her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir.”

Bu cümleler olaya bir açıdan bakmanın ne gibi tehlikeler doğurabileceği konusunda çok düşündürücüdür. Diğer esmaları dikkate almayan, salt bir esmaya yoğunlaşan tefekkürün insanı dalalet gibi vahim bir sonuca götürebileceği uyarısı, çok manidar.

Katıldığım bir sohbette benzer bir tehlikenin işaratül icaz adlı eserinde geçen Sa'd-ı Taftazani'niye ait olan imanın tanımlandığı cümlenin anlaşılmasında yaşanabileceği düşünüldü. Tanım şu: " İman, cenab-ı hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur ". Bu tanımda iman ni’metinin kulun cüz’i ihtiyarını sarfından sonra ilka edileceği belirtiliyor. Bu doğru ama bu şu manaya gelmiyor, gelmemeli, kul cüz-ü ihtiyarını sarfetmeden önce Allah hiç karışmıyor/desteklemiyor değil.

Bediüzzaman 20. sözde Allah’ın ezeli kelamı olan Kur’an’ın insanların her ihtiyacını içerdiğini belirtiyor. Ve genel insanlık tarihinde kısa bir dönemi ilgilendiren, tüm insanlığın istifadesi için insanların hepsinin bilmesi gerekmeyen ve insana kısa dünya hayatında lazım olan uçak, tren, sondaj vs. günümüz nimetlerine bile işaretler olduğu ve beşeri onları keşfetmeye teşvik ettiğini belirtiyor.

İnsanların hepsini ilgilendirmeyen, nispeten cüz-i olan ihtiyaçlarını ilham eden, bulmaya teşvik eden Allah, elbette her insanın nihayetsiz muhtaç olduğu, şiddetle aradığı, her türlü endişeden emin kılan, her türlü ihtiyaçlarını ebediyen tatmin eden, en değerli ni’met olan iman ni'meti konusunda kulunu yardımsız, kendi haline bırakır mı? Elbette bırakmaz.

Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor.” 7. şua da geçen bu muhteşem ifadeden de anlaşılacağı üzere, kendini tanıtma görevini sadece masnuna bırakmayarak, Rabbimiz sayısız vesilelerle kendini tanıtıyor. Hikmeti gereği iradeyi önemli ve gerekli görmüş ve zorlamıyor ama zorlama dışında sayısız şekillerde insanı iman etmeye teşvik ediyor, kamçılıyor.

İnsanın iman etmesi ve iman edenin imanını koruması için sayısız ni’metlerle kendini tanıtıyor, sevdiriyor. Diğer mahluka birkaç çeşit gıda gönderirken, insanlara yemekler kaç çeşit, tatlılar kaç çeşit, salatalar kaç çeşit, meyveler kaç çeşit, içecekler kaç çeşit, her bir meyve türü kaç çeşit gönderiliyor. İnsanların en şereflileri olan nebileri gönderiyor. Bizzat kelamını gönderip onlarla konuşuyor. Meleklerini yardıma yolluyor, cenneti vaat ediyor. Kainatı emrimize musahhar ediyor ve daha sayamayacağımız sayısız nimetlerle bizi imana, ebedi saadete cezp ediyor, celbediyor. Bizi cennete çekiyor, koşturuyor.

Teşvik ve cezp yeterli olmayan nefsimizi ikna etmek, kalbi güçlendirmek için, korkular, endişeler, tehditler, hastalıklar, deprem, sel, kuraklık, sıcaklık gibi musibetler, ibret alınacak hadiseler yaratarak bizi cennete doğru kamçılıyor. Adeta bizi itiyor. Her bir beşere vicdan penceresinden her an marifetini kalbe tecelli ettiriyor ( Mesnevi-i Nuriye 215) .

Allah her bir kuluna her an kesintisiz bir şekilde kendini ve marifetini sayısız masnu u ile ve vicdan penceresinden bizzat tebliğ ediyor. Dolayısıyla Moskova da doğanın ne olacak hali sorusu anlamını yitiriyor.

Yine anlaşılıyor ki inkar edenler iman etmemekte direnenlerdir ve sayısız şahitlere gözlerini ısrarla yumanlardır. Sayılarının çok olması bu gerçeği değiştirmiyor. Sigaranın üzerinde açık açık zararları yazdığı halde içenler çok ve bu çokların içinde belki doktorlar en çok. Sayı çokluğu hiçbir zaman bizi aldatmasın.

“Andolsun biz ona (Firavun'a) bütün (bu) delillerimizi gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.” Ta-ha 56 ayeti bu gerçeği ifade ediyor.

Allah, her an gösterdiği sayısız ibret tablolarından ders alarak şerden korunmayı, sayısız teşvik ve ni’metlerini fark ederek hayra koşmayı, selamete ermenin ancak O’nun lütfuyla olabileceğini fark edip, ikramlarına ve uyarılarına direnmeyip hayrı seçmeyi nasip eylesin.

NAMAZ KILMAMAK

Namaz Yazıları 01

Namaz konusunda Kur’an daki ısrarlı emirler ve namaz kılmayanlara karşı yapılan tehditler, neyin ne kadar önemli olduğunun iyice karıştırılır olduğu günümüz insanınca, abartılı bulunur.
Bu kanaatin mühim bir sebebi, namaz kılmamanın şahsi, cüzi, basit, önemsiz bir hata olduğunu zannetmeleridir.

Oysa namaz kılmamak kâinatı ilgilendiren, külli, önemli, umumi ve şümullü bir isyandır, günahtır. İnsana hizmet eden tüm kainatı ve insanın zerrelerini tahkir ve tezyiftir ve bin bir esmanın hikmetli tecellilerine iftiradır, zulümdür. Niçin?

Allah tüm kâinatı insana hizmet eder şekilde yaratmış. Zerrelerden yıldızlara, denizdeki hayvanlardan karadaki hayvanlara, bitkilerden otlara, bakterilerden böceklere, bulutlardan rüzgârlara kadar sayısız mevcudat insan için çalıştırılıyor. Kâinat ağacı insan meyvesini netice verecek şekilde yaratılmış ve ona çalıştırılıyor. Kâinat fabrikası insan ürününü sonuç vermek için işlettiriliyor. Peki, insan ne için var?

İnsan ise tüm kâinatın temsilcisi ve sultanı olarak kâinatın kulluğunu ve tesbihini ve ihtiyaçlarını Allah’a arz etmekle vazifeli. İnsanın bu vazifeleri içindir ki kâinat insana hizmet ettiriliyor. İnsan bu vazifesini yapmadığında tüm kâinatın kendine bakan hizmetini boşa çıkarmış oluyor.

Çok değerli, pahalı ve üretilmesi için binlerce işçinin çalıştığı bir ürün fabrikası düşünelim. Bu fabrikada bir işçinin görevi son aşamaya gelmiş ürünün paketlenmesinde küçük bir görev. Bir düğmeye dokunmak ve ürünün paketlenip muhafaza edilmesini sağlamak. Bu işçi bu vazifesini yapmıyor. Binlerce çalışanın katkısıyla ve ciddi masrafla üretilen ürünlerin hepsi bozuluyor ve fabrika hiçbir ürün netice vermeyen boş ve değersiz bir konuma düşüyor.

Bu durumda fabrika da çalışan ve işini yapmayan tembel insan yüzünden fabrikanın kapanmasıyla, maaşını alamayan ve işsiz kalan binlerce insan ondan davacı olmayacak mıdır? O kişi ben ne yaptım, sadece bir düğmeye dokunmadım diyebilir mi? Hata zahiren basit ama çok büyük ve umumi neticeler veriyor.

Aynen bu misaldeki gibi namaz kılmayan insan tüm kâinatın hizmetini kendine bakan boyutuyla abes yapıyor. Kendisine yapılan hizmetleri sonuçsuz bırakıyor. Ve kendisine hizmet eden sayısız unsurlara lisan-ı haliyle şunu diyor. Sizin tüm çalışmalarınız hiçbir sonucu olmayan meyvesiz faaliyetler ve sizler önemsiz işler yapan değersiz, vazifesiz mahluklarsınız demekle onlara hakaret ediyor. Çünkü mahlûkat ona kulluk yapması, namaz kılması için hizmet ediyor, o bunu yapmamakla o hizmetleri abesiyete, boş işe dönüştürmüş oluyor. Dolayısıyla ona hizmet eden tüm kâinatı kendisine davacı yapıyor.

Aynı şekilde insan da ortalama yüz trilyon tane olan ve her biri bir insan gibi üreme, boşaltma, depolama gibi mükemmel ve muhteşem sisteme sahip olan hücreler insana hizmet ediyor. İnsanın namazla Allah’a, onlarında tesbihini, ihtiyaçlarını, kulluklarını sunması gerekiyor. İnsan bu görevini yapmadığında, vücudunda çalıştırılan, sayısız organ, hücre ve zerrelere, onların çalışmalarının sonuç vermeyen, anlamı olmayan, kıymetsiz şeyler olduğunu söylemiş oluyor.

Ülke çapında örgütlenmiş, her il ve ilçe de binlerce memurları bulunan bir genel müdürlük düşünelim. Ülkenin tümünü ilgilendiren ciddi bir konuda araştırma yapılıyor. Her memur araştırma yapıyor, bilgi topluyor ilçeye yolluyor, ilçe değerlendirip ile yolluyor, iller ilgili genel müdürlüğe yolluyor ve oradaki memurlar tüm ülkeden gelen, binlerce memurun 12 ay boyunca tek iş olarak çalıştığı ve milyarlarca lira masraf yapılan dosyayı genel müdüre sunuyor. Kamuoyu ve ilgili bakan heyecanla sonucu bekliyor ama ilgili genel müdür tembelliğinden ve ilgisizliğinden dosyayı sunmuyor ve yırtıp atıyor. Binlerce memuru ve harcanan parayı ve zamanı boş, değersiz ve kıymetsiz olmakla itham ediyor, hakaret ediyor, zulüm ediyor.

Aynen misalde olduğu gibi namazla dosyayı Allah’a sunmayan kul, yaşaması ve yaşam gayesi olan namazı kılması için gerekli sayısız şartları sağlamak için çalıştırılan kainat ve vücudundaki unsurlara hakaret ediyor, zulüm ediyor, onları kendine davacı ediyor.

Ağaç meyvesi için dikilir, fabrika ürün için kurulur. Kainat agacı insan için dikilmiş ve kainat fabrikası insan için kurulmuş. İnsan ise başta namaz kulluk yapması için var edilmiş. İnsan bu vazifesini yapmadığında kainatta tecelli eden bin bir esmanın meyvesiz, boş ve sonuçsuz iş yaptığını söylemiş oluyor ve hikmeti ilahiyeye iftira ve zulüm ediyor.

Namaz kılmayan, kainattaki unsurların ve insan vücudunda hizmet eden cihazların hakkını almak adına ve hikmeti ilahiyeye iftira ve zulmetmenin karşılığı olarak Kur'an'da şiddetli tehdit ediliyor. Bu tehdit gerekli, yerinde ve adildir, abartı, israf değildir.

Hâsılı, biz namaz kılmanın ne manaları ihtiva ettiğinin ve başta namaz kılmamak Allah’ın emirlerine uymamanın ne büyük bir yanlış olduğunun farkında değiliz. Sayısız mahlûkata hakaret etmek ve onları kendimizden davacı yapmak ne demek anlayamıyoruz. Zamanı gelince anlayacağız ama iş işten geçmiş olacak.

6 Aralık 2007 Perşembe

EN BUYUK TEHLIKE ?

Günah Yazıları 01

Bu dünya misafirhanesinde insanın en mühim meselesi imanı kurtarmak meselesidir. Çünkü imanın neticesi tüm dostlarla ebedi cennet, zıddı olan imanı kaybetmenin de neticesi yalnız başına ebedi cehennemdir. İnsanın en mühim meselesi imanı elde etmek ve muhafaza etmek olduğuna göre insanı bekleyen en büyük tehlike ise imanı elde etmesini ve muhafaza etmesini engelleyen şeylerdir. Ve bu tehlikeninde başında kanımca günah gelir.

İnsanların imanı seçmelerini engelleyen ve imanı seçenlere zamanla imanı kaybettiren en önemli engelin günah olduğu gerek ayetlerin, gerek hadislerin ve gerek Kur’an tefsirlerinin izahından anlaşılıyor. “Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fasıklar inkar eder. Bakara 99 “ ayeti bize bu hakikatı ders veriyor. Küçük bir günahla başlayan yolculuğun insanı nasıl inkar kadar götürdüğünü Bediüzzaman 2. lem’a da, her bir günahta küfre gidecek bir yol var, diyerek mükemmel bir şekilde izah ediyor.

Günahların sonu ebedi helaket olan inkâr yolculuğuna sebep olduğunu ilerleyen yazılarımızda inşallah geniş olarak ele almaya çalışacağız. Bu yazımızda günah tehlikesini fark etmeye çalışacağız.

Bediüzzaman Risale-i Nur’un niçin bu asırda etkili olduğunu izah ederken bu asrın iki önemli özelliğinden bahsediyor. Birincisi, insanların günahlara ( sefahate ) dalıp ahireti bilmesine rağmen, nefsine mağlup olup dünyayı tercih edip ehli dalaletle tabi olması, diyor. Ve çoklarının günahların tiryakiliği yüzünden imanını kaybettiğini belirttikten sonra, Risale-i Nur’un etkili olmasını günahın içindeki acıları, kötü neticeleri, daha dünyadaki azapları, misal ve karşılaştırmalar la ders vermesi olduğunu söylüyor.

Demek bu zaman da imanı tehdit eden birinci tehlike günahlar. Günah bizzat imanı tehdit ettiği gibi imanı tehdit eden diğer tüm düşmanlara da alt yapı oluşturuyor ve onları besliyor. Mesela, Bediüzzaman’ın asrın ikinci dehşetli özelliği olarak belirttiği; eskiye oranla bu zamanda ilim ve fenle uğraşarak dalalete girenlerin çok artmasının sebebinin 7. şua adlı eserinde “ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmi ile inkara saparlar ve nefyederler “ demekle ilmen inkar etmenin de derininde gühahlar olduğunu söylüyor.

Zaten günümüzde açıkça Allah’ı inkar edenin çok az olduğunu görüyoruz. Ama Kur’an’da geçerli kabul edilen mana da iman ve itaat edenin de çok az olduğunu görüyoruz arada kalan çoğunluğun o halde olmasının ( gereği gibi iman etmemiş olmasının ) en mühim ve birinci sebebi günah görünüyor.

Yine, insanın apaçık düşmanı olduğu Kur’an’da ilan edilen ve bir çok insana imanını kaybettiren şeytanın kimleri ve nasıl kandırdığını merak ettiğimizde, sorunun cevabı, günah olarak bize veriliyor. Onlar ( şeytanlar ), günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler ( Şuara 222 ).

Şeytandan daha tehlikeli, çünkü içimizde olan, nefsimizin de şımarmasını, dolayısıyla söz dinlemeyip güçlenmesini, kalbe tabi olmamasını, şeytana uymasını, sahibini inkar ve isyana sürüklemesini temin eden günah.

Yine, bir çok insanı Allah’a itaatten uzaklaştıran vesvese ve şüphe hastalığını da netice veren ve besleyenin günahlar olduğunu anlıyoruz. Bu hususa Bediüzzaman 2 lem’a da günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler -neûzu billâh- mahall-i İmân olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler. cümlesiyle temas ediyor.

Yine insanın huzurdan kaçmasına, ibadet ve itaatten kalb ve lisanının zevk alamayıp ibadetleri terk etmesine sebebiyet veren şeyin günah olduğu anlaşılıyor.

Kadere, ahirete, adalete dair sorular soran kişiyle biraz muhatab olduğunuz da aslında temel sorununun müptela olduğu bir günah olduğunu, tiryaki olduğu günahtan vazgeçemediğini ve bir çıkış ( nefsin isteği olan inkar) yolu aradığını fark ediyorsunuz.

Hadislerde insanlığın geçmiş ve gelecekte en büyük tehlikesi, fitnesi olarak belirtilen deccal hadisesinde, deccalin en mühim silahının günahlar ( israf, açık saçıklık, içki vs.) olduğu anlaşılıyor.

Velhasılı, insanlara ebedi hayatı kaybettiren en önemli tehlikenin günah olduğu anlaşılıyor. Gerek bizzat inkara götürmesi ve bu durumun en fazla vaki olan durum olması, gerekse inkara götüren diğer tehlikelerin de altyapısını oluşturması ve desteklemesi itibariyle, hakkında bilgi sahibi olmamız geren en önemli düşman olarak günah, karşımızda duruyor.

Allah nasip ederse sonraki yazılarda gerek ayet, gerek hadis ve gerekse risale-i nur dan ilgili yerleri araştırıp günahın tanımın, sebeplerini, sonuçlarını, ebedi helakete götüren süreci ve korunma yollarını ele almaya çalışacağız. Dualarınızı bekliyoruz.

4 Aralık 2007 Salı

BEKLEMEKTEKİ LEZZET

Rabbimizin ezeli kelamı olan Kur’an bize bu dünyanın asıl olmadığını, asıl hayatın ahiret hayatı olduğunu söyler. Rabbimizin Kur’anda belirttiği her hususu, yine Rabbimizin ayetleri olan kâinat kitabı tasdik ve tefsir eder. Bu dünyanın asıl olmadığını insan kalbini incelediğimizde fark edebiliriz.

Mesnevi Nuriyede Bediüzzaman “ Kalb, hangi bir şeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimamla eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla, onunla beraber kalmak istiyor. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir.” der. Yine 3. Lem’a da, insan kalbinin tüm kâinatın meyvesi olduğu için tüm kâinatı kuşatan bir muhabbet beslediğini ve onlarla hep beraber olmak istediğini ve sevdiği şeyleri de onlarda, bir nevi beka tevehhüm ederek sevdiğini söyler.

Demek insan kalbinin en şiddetli ve ilk arzusu bekadır, devamdır. Mesela insanın bekasını tehdit eden sağlık problemi ortaya çıktığında diğer tüm programlar ve para sarf edilecek yerler iptal olunur, sağlık probleminin çözümü birinci sıraya alınır. İnsan bir süre daha devamının temini için tüm servetini gözünü kırpmadan verir. Sağlığı için tüm servetini harcar.

İnsanın bu fıtratını yani sevdiği şeyle daimi birlikte olma arzusunu bilen insanlar, sevdiğini ikna etmek için, seni hiç bırakmayacağım, beraberliğimiz sonsuza dek sürecek, hep yanında olacağım, gibi kendisinin de inanmadığı yalanları söylerler.

Bu konuda Bediüzzaman şuaların sonunda; nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir, demekle meseleyi özetlemiş.


İnsan kalbi her şeyle alakadar olduğu için gördüğü, beraber olduğu her şeye meylediyor ve seviyor, ayrılmak istemiyor. Ama her şey bir bir ondan ayrılıyor. Ve ayrılırken kalpten bir parça götürüyor ve kalbi kanatıyor. O yüzdendir ki insan ruhunu en çok üzen şey ayrılık.

İnsan kalbinin devamı arzulaması ve en fazla ayrılıktan üzülmesi gösteriyor ki, her an ayrılıkların yaşandığı ve her an insanın tüm sevdiklerinden ayrılma ihtimalinin olduğu bu dünya asıl olamaz. Bu dünya, asıl yurt olan ahiret yurdu için bekleme salonudur, imtihan salonudur.

Dünyanın bekleme yeri olduğuna ve asıl lezzet yeri olmadığına yine insanın fıtratı şahitlik eder. Bu dünya da bir çok nimeti beklemenin ni’mete kavuşmaktan daha leziz olduğunu yaşarız. Bir ni’mete kavuştuğumuzda, bu sevdiğimiz olabilir, bir makam olabilir, bir eşya olabilir o ni’mete kavuşma ümidiyle beklediğimiz günlerde aldığımız lezzetin, ni’mete kavuştuktan sonra aldığımız lezzetten kat kat fazla olduğunu fark etmişizdir. Mesela nişanlılık dönemi çoğu insan için en mutlu dönemdir.

Yine bir nimete kavuşmadan önce beklenen dönem uzadıkça, nimete olan özlem arttıkça kavuşulan ni’metin lezzeti artar. Özlenmeden, beklenmeden kavuşulan ni’metler çok fazla lezzet vermez.

Niçin böyledir çünkü dünyadaki ni’metler asıl değildir, numunedir ve asıllarına insanları teşvik etmek içindir. Bu hakikat bilinip ona riayet edildiği oranda lezzet alınır. Yani numune olduğunu bilip, tadıp, asıl olan cennet nimetlerini hatırlayıp onlar ümit edildiği zaman lezzet verir. Yoksa numune asıl zannedilip doyulmaya çalışınca insan doyamaz ve ızdırabı artar. Bunun üzücü misallerini Avrupa hakkında duyuyoruz. Nefsin her türlü arzusunun rahatca ve erken yaşlarda tatmin edilmesi insanları mutlu etmediği gibi hem dünyasını hem ahiretini zehirleyen insanı, insanlıktan çıkaran sapık lezzet arayışlarının arttığını görüyoruz.

Oysa asıl lezzet yerinin ahiret olduğunu bilen insanlar, beklemenin kavuşulan nimetin değerini, lezzetini artırdığını bilirler, yine bir ni’mete bol ve kolay kavuşmanın çok lezzet alınacağı manasına gelmediğini bilirler. Bir nevi oruç tutmak gibi, Allah’ın bazı nimetleri elimizden almasının aslında ni’metlerin değerini arttırdığını bilirler ve bu dünya da bile ehli dünyanın alamayacağı tarifi imkansız lezzetleri tadarlar.

Allah bu dünya ve içindekilerin dış yüzüne aldanmayıp hakiki mahiyetini fark etmeyi, böylece hem bu dünya da hem ahrette gerçek ve daimi saadeti yaşamayı tüm mü’minlere nasip eylesin.

3 Aralık 2007 Pazartesi

ALLAH KORKUSU LEZZETTİR

Bazen aynı dili konuşmak anlaşmak için yetmez. Aynı dili konuşan biri, diğerine iltifat ettiğini zannederken, iltifat edilen, kullanılan kelimeye olumsuz bir mana yüklediği için, sarf edilen sözleri hakaret olarak algılar. Bu tür anlaşamama durumlarını sık sık yaşarız. Bu yüzden kişilerin kullanılan kavramlara ne anlam yüklediği çok önemlidir.

Mesela, birisi 3 bin ytl maaş aldığı, az bulunan bir işi, namaz kılamadığı gerekçesiyle bıraktığında arkadaşı ona sorar, iş bulmanın zor olduğu bu zaman da niçin işini bıraktın? Arkadaşının cevabı; istikbalimi tehlikeye atmamak için, olur. Bu cevap üzerine soran kişinin şaşkınlığı daha da artar, sen 3 bin ytl maaş aldığın işini bırakmakla istikbalini tehlikeye atmadın mı? Şimdi aynı ücrete nereden iş bulacaksın der.

Soran kişi şaşırmıştır çünkü onun istikbal kelimesinden anladığı, 1 kavuşmamız kesin olmayan, 2 kavuşsak bile rızk cihetinde taahhüt altında oaln, 3 kavuşsak bile kısacık olan, dünya hayatıdır. Dolayısıyla işi bırakmak istikbali tehlikeye atmaktır.

Oysa işi bırakanın istikbalden anladığı, 1 kavuşacağımız kesin olan 2 gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış olan, 3 çok uzun, ebedi olan, istikbaldir. Dolayısıyla asıl istikbal budur ve 3 günlük dünyevi istikbal endişesiyle ebedi hayatı tehlikeye atmak, akıl karı değildir. (bkz. Mektubat 9. mektup )

Benzer kavram karmaşası korku konusunda da yaşanır. Bazıları Kur’an’da Allah’ın kendisinden korkutmasını anlamakta zorlanırlar. Çünkü onların bildiği korku, insana acı veren, başkasına kul köle olmaya sebep olan, zulme davetiye çıkaran vs. olumsuz anlamlar içeren bir korkudur. Oysa aynı kavram Allah için kullanıldığında çok ulvi, leziz ve rahmet yüklü manalar barındırır.

Bediüzzaman bu korkuyu, sözler de hem 7. sözde hem de 24. söz de harika bir misalle bize açıklar: Malumdur ki bir valide, bir yavruyu korkutup, sinesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Halbuki bütün validelerin şefkatleri, şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır, der.

Demek Kur’an da Allah’ın bizi korkutması, şefkatli annenin evladını yanlıştan vazgeçirmek ve kendi şefkatine celb etmek istemesi gibi, yanlışlarımızdan vazgeçirip O’nun annelerle ( tüm annelerin, hayvanların, ağaçların ve insanların annelerinin ) kıyası mümkün olmayan, şefkatine celb etmek içindir.

İnsanın davranışlarına yön veren iki temel duygu olduğu kabul edilir. Bunlar sevmek ve korkmak. Bir şeyi sevmek, insanı bir davranışa sevk etmek ve devamını temin etmek için ne kadar gerekli ise, aynı şekilde bazı yanlışlardan kaçınması, güzel davranışlar kazanması ve bunların devamlılığı için korku hissi de o kadar gereklidir. Bu hakikati tüm beşeri sistemler kabul etmişler ki ceza ve ödül sistemini her ülke uyguluyor.

Benzer uygulamayı anneler de en sevdikleri yavrularına yaparlar. Mesela, ateşle oynamaya meraklı yavrusuna, ateşi hafifçe ona dokundurup acı vererek, onu ateşin muhtemel büyük zararlarından korur ve şefkatli sinesine sevk eder. Allah her vesile ile kullarını cehennemden sakındırıp, cennete davet ediyor. Tabiri caiz ise cennetle müjdeleyip cennete çekiyor, cehennemle korkutup, cennete doğru bizleri itiyor.

Cehennemle korkutmasındaki muradın cennete davet olduğu açık, çünkü korkutmasının sonunda bizleri tövbeye davet ediyor. Her türlü günahı affedeceğini, dolayısıyla cennetin kapılarının tövbe eden herkese açık olduğunu, bildiriyor. Korkuya günah işleyen muhtaç, çünkü ilerideki daha büyük zarardan ( ebedi cehennem ) korunmak için Kur’anın tehdidine ihtiyacı var. İtaat eden muhtaç, o halini korumak ve geliştirmek için tatlı korkuya ihtiyacı var.

Allah’tan korkmak demek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Korku, bir kamçıdır. Onun rahmetinin kucağına atar ( 24. söz 5. dal. 1. meyve).

Ve gayet lezzetlidir. Çünkü kul korkmasını gerektirecek ne kadar çok günah işlese de Allah onu tövbe ettiği takdirde affedeceğini kuluna bildiriyor. Dolayısıyla çare ( tövbe, iltica ) olduğuna göre, bu çaresi olamayan sonu hüsran olan bir korku değildir.

Demek Allah korkusu, mahlûkattan korkmaya benzemiyor. 1 yanlışlardan korunmaya ve kurtulmaya vesile oluyor. 2 Allah’ın sonsuz rahmetine iltica etmemize vesile oluyor. 3 acz ve fakrını hissettirip Allah’ın kudretine ve hazinelerine sığınmaya vesile 4 Allah korkusu belalı, elemli olan mahlûkattan korkmaktan insanı kurtarıyor. Allah’tan korkan, hiçbir mahlûkattan korkmaz ama en küçük mahlûkun da hakkını çiğnemekten korkar. Bu korku onu yanlışlardan korur. Ahirette ebediyen korkudan emin olacağı günleri hatırlatır ve oraya davet eder.

1 Aralık 2007 Cumartesi

SİZ ÖZELSİNİZ

Her insan fıtratı gereği önce kendini sever. Kendisinin özel olduğunu düşünür. Etrafındakilere de kendine olan yakınlığı veya faydasına göre değer atfeder. Kendisine yakın olan çiçeği faydası olmadığını zannettiği ve uzak olan yıldıza tercih eder. Mesela sadece kendisinin davet edildiği ve özel zevklerinin dikkate alındığı davetten, umumun çağrıldığı, herkese aynı ikramın yapıldığı davete oranla daha fazla lezzet alır. Hatta bazı insanlar kullandıkları eşyanın mesela elbisenin aynısını başkasında görünce artık onu giymezler.

İnsanın bu durumunu tespit eden firmalar, umuma hitap ettiği halde mümkün oldukça kişilere özel kampanyalar yaparlar. Her müşterimiz özeldir derler. Veya gönderdikleri ilan zarflarında size özel kampanya, indirim vs. derler. Kişiye özel günlerinde mesaj, hediye göndeririler.

Yine insan fıtratı, hediyenin ve hediye eden kişinin büyüklüğü nispetinde ikram edilenden lezzet alır. Sevmediği dolayısıyla değer vermediği insandan pahalı bir hediye onu sevindirmez ve kabul etmezken, çok sevdiği, değer verdiği birinin küçük bir hediyesi, bazen bir sözü, bir gülümsemesi unutulmayacak bir hediyeye dönüşür. Değer verdiğinin değerli hediyesi ise nurun ala nurdur.

Ayrıca insanları sürprizler çok sevindirir. Ummadığı anda yapılan bir jest insanı, basitte olsa çok mutlu eder. Bazen insanlar dostunu daha çok sevindirmek için hediyeyi, üzücü bir olay şekline büründürüp sürprizin lezzetini artırırlar. Mesela evde üzücü bir olay var gelir misin? diye çağrılan dost, gittiğinde evde üzücü bir şeyin olmadığını, bilakis kendisi için özel ziyafetler hazırlandığını görünce lezzeti iki kat artar. Tabi ki ummadığı bir ihanet, ihmal veya sözün de kırıcılığı, beklenene oranla çok daha fazladır.

Demek insan, ikramların kendine özel olması nispetinde, hediye edenin kıymeti oranında ve ummadığı tarzda olduğunda lezzet alır. Yine nimetlerin kendisine özel ve değerli olduğunu fark ettiği oranda ikramı ikram bilir. Hemen beraberinde ikram edene teşekkür etme meyli uyanır. Teşekkür ettiği oranda daha yeni ikramlara kavuşur. İkramlar insanlara özgüven verir, dertleri unutturur, kendisini değerli hissettirir, yaşama sevinci verir. Mesela asla affetmeyeceğini söylediği eşini, bir hediyesiyle affeder ve sorunu unutur.

İnsanı yoktan var eden Rabbi, elbette insanın bu fıtratını en güzel şekilde biliyor. Ve ona lezzetlerin en ulvisini tattırıyor. Sayısını bilemediğimiz sadece üç tanesini saydığımız her vesile ile kulunu sevindiriyor. Kainatta insanı seçtiğini, tüm mahlukatı kasti olarak insanın emrine verdiğini kitabında belirtiyor. Yani kainat işliyor insan da arada istifade ediyor değil. Kainat bizzat insan için, onun zevkine özel işlettiriliyor. Bir çok mahlukat birkaç çeşit gıda ile beslenirken insanın gıdalanmasındaki çeşitliliğe bakan insan bu hakikati hisseder.

Onlarca tür gıdanın, bir türü olan meyvenin ve binlerce meyvenin bir ferdi olan elmanın farklı renk ve türlerine bakmak ( 600 den fazla elma çeşidi olduğu söyleniyor ) bu hakikati ispata kafidir.

Kainatta insan özel misafir olduğu gibi, her bir insan da özeldir. Bediüzzaman 32. söz de Rabbimizin her bir insana doğrudan doğruya, perdesiz, hususi, özel teveccühü ve lütfunun olduğunu söyler. Ve bu tür icraatın vasıtaların ve sebeplerin aracılığıyla olan ihsanından daha güzel daha yüksek olduğunu vurgular. Mesela her bir insana özel sima, ses, parmak izi, göz, akıl, ruh vs. çok değerli nimetler vermesi.


Sonsuz kudret ve hazineler sahibi, sonsuz aciz olan bizi muhatap kabul etmiş, yeryüzüne sultan eylemiş, paha biçilmez ve kimsede olmayan hediyeler vermiş ( göz, kalb, kulak vs.), her an ummadığımız şekilde nimetler vermeye devam ediyor. İnsana bu manaları hatırlatan numuneler her insan yaşıyor. Mesela canının çektiği bir meyvenin ikram edilmesi, merak ettiği birinin onu araması, içinden geçen arzunun ummadığı, yerine getirilmesi örneklerini her mü’min yaşamıştır. Ne kadar küçük de olsa bu tür hadiseler, beni seven, en gizli arzularımı bilen, duyan ve yerine getiren ve sınırsız sayıdaki ihtiyaçlarımı yerine getirmeye kudreti yeten birisi var ve bana özel teveccühü var, manalarını hatırlattığı için, çok büyük ikramlara bedel oluyor.

Bediüzzaman kendisini büyük tanıyıp gelenlere ve ispatı içinde keramet bekleyenlere verdiği cevabın 4. noktasında kalbinden geçirdiği, görmek istediği kitap ve bir talebesinin umulmadık bir tarzda beraber gelmesini anlatıyor ve bu hadisenin Ona merhamet eden ve Onu himaye eden Allah’ı hatırlatmasını, dünyanın minnetine tercih ederim diyor. 22. sözde bütün eşya, onun bir teveccühünün yerini tutamaz diyor. Aynı manaları hisseden alimler Senin rahmetinin bir damlası bize ebediyen yeter demişler.

Allah’ın bize özel ikramları üzerinde düşündüğümüzde tüm dertlerimizi unutup, Ona şükretme ihtiyacımızı fark ederek O’na kul olduğumuzda tarifi imkânsız, hiçbir dünyevi eşyanın temin edemeyeceği ulvi lezzetleri hissedebiliriz. Bu kapı her mü’min için açık.

Rabbimizin bize özel lütuflarını fark etmek ve yenilerine mazhar olmak O’nun emirlerini birinci sıraya almaya ve O’nun dışındakilerin teveccühünü aramamaya ve Allah’ın emirlerine uyma yolunda fani insanların yadırgamasını önemsememeye bağlı. Böyle olunca dışarıdan ne kadar da şartları ağır görülse aslında o insan dünya da cennet hayatı yaşıyordur. Rabbi O’na kim bilir ne ikramlar da bulunuyordur. Hz. İbrahim'e (as) sormuşlar, dünyada en güzel günlerin hangisiy di ? Cevabı: nemrutun ateşinde geçirdiğim 7 gündü demiş.

Fani dünyanın ve içindeki fanilerin dış görünüşüne ve cazibesine aldanmayıp, Allah'ın teveccühünü arayan, dışarıdan ne kadar garip görünse de, daha dünyada cennet hayatı yaşayanlara ne mutlu.

29 Kasım 2007 Perşembe

ÇEYİZİMİZ HAZIR MI ?

Her bir insana fıtraten dünyaya halife olma kabiliyeti verilmiş. Nazarı umumi ve şuuru külli olarak yaratılmış. İnsana tüm kainattaki maddi ve manevi âleme ait âlemlerden numune konulmuş ve tüm kainatın kulluğunu temsil etme, tesbihatına şahitlik etme ve ibadetini Allah'a takdim etme gibi vazifeler verilmiş. Bu itibarla insan hazır zamanı aşıp geçmiş ve geleceğe uzanan, hazır mekanı aşıp manevi âlemleri içeren ve maddi ve cüz'i lezzetleri aşıp manevi ve ulvi lezzetleri tadan, külli bir muhatap.

Ama aynı insana, dar zamana sıkışıp hazır lezzeti isteyen, maddi zevkler peşinde koşan ve cüz'i lezzetleri isteyen nefis konulmuş. Nefis hazır zamandaki bir şeye odaklanma eğiliminde. Mesala dişi ağrıdığında sadece ona odaklanıp onunla meşgul oluyor ve tüm ihtiyacının o acıdan kurtulma olduğunu zannediyor. Oysa insanın sınırsız ihtiyaçları olduğu malum. Kalb başta namaz ibadetle doyurulmayıp yüzü aşık olduğu ebedi alemlere çevrilmezse, maddiyatla iştigal edilip, günahlara dalınıp yüzümüz dünyaya çevrilirse insanda nefis hükmeder. İnsanda nefis hükmederse ihtiyaç denildiğinde nefse ait istekler akla gelir.

Dünyanın cazibesinin arttığı, nazarların dünyevileştiği, nefislerin kalbe galib geldiği günümüzde ihtiyaç denince, derinden bakıldığında hiç de zaruri olmadığı anlaşılacak olan, onsuz da pekâlâ yaşanılabilen nefsin istekleri geliyor. Ve ya sadece dünyaya bakan ihtiyaçlar geliyor.

Mesala evladının manevi ihtiyaçlarını ihmal eden birisi, evladının mutluluğu yanlış yerlerde araması durumunda ve annesinin tasvip edemeyeceği hallere düştüğünde durumu anlayamıyor ve onun için her fedakarlığa katlandım en güzel kıyafetleri aldım, en iyi okullara gönderdim, özel hocalar tuttum, her isteğini yerine getirdim diyor. Buna evladın verdiği cevap düşündürücü, evet her türlü maddi ihtiyaçlarımı karşıladın ama bana daha fazla ihtiyacım olan sevgi, şefkat, samimi dost gibi ihtiyaçlarımı karşılamadın. Maddi imkânlar beni mutlu etmeye yetmedi diyor.

Ve ya İngiltere de yaşanmış ve dergiye yansımış bir olay. Huzur evinde kalan ve her türlü maddi imkânların sağlandığı bir ihtiyar ile yapılan röportajda ihtiyarın ağzından dökülen cümleler: Devlet burada bana her türlü imkânı sağlıyor. Isınmamız, beslenmemiz vs. her türlü ihtiyacımız en güzel şekilde yerine getiriliyor. Ama benim evlatlarım ve torunlarım var onların beni ziyaret etmesine, onlarla konuşmaya hava gibi su gibi muhtacım ama bana bunu devlet sağlayamıyor. Muhtemelen, hiç de zaruri olmadığı halde maddi ihtiyaçları için çalışacağız derken ihmal edilen, bakıcılara veya kreşlere teslim edilen çocuklar büyüyünce benzer gerekçelerle anne babalarını huzurevlerine emanet ediyorlar.

Benzer yanlışı evliliğe hazırlık dönemlerinde de yapıyoruz. Evlilik hazırlığı denince çoğu zaman hiç de zaruri olmayan, sadece insanlar ne der endişesiyle ciddi zaman ve para israfı yapılarak elde edilen eşya akla geliyor. Evlilik tarihi belirlenmiş adaylara veya anne-babalarına sorsak hazırlık nasıl gidiyor diye, verecekleri cevap mutfak gereçlerinin temini veya oturma gurubu seçimi veya çeyiz hazırlıkları olacaktır.

Oysa aile kurulmasında ve ailenin yuvaya dönüşüp beklenen saadeti temin ve devam ettirmesinde maddi eşyadan çok daha fazla manevi çeyizlere ihtiyaç var. Evlenmeyi düşünen veya evladının evlenme çağına geldiğini düşünen anne-baba düğün hazırlığı yapması gerektiğini düşündüğünde öncelikle düşünülmesi gereken evliliğin kurulması ve devamı için vazgeçilmez olan ve maddi eşyadan çok daha önemli olan fedakarlık, sabır, şefkat, evliliğin de imtihan olması vs. konularda ciddi bilgilenmek olmalı.

Mesala, edinilmesi gereken çeyiz, evliliğin zor bir süreç olduğunu gerek eş seçiminde gerek sonrasında verilecek kararlarda ve yaşanılacak olaylarda Allah’ın yardımına muhtaç olduğumuzu hatırlayıp Furkan suresi 74. ayette bize öğretilen “Onlar: "Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder yap" derler.”mealinde duayı öğrenmek olmalı.

Uzun, zorlu ve heyecanlı süreçte yaşanılan tüm ni’metlerinde, musibetlerinde bir imtihan sebebi olduğunu aslolanın ahiret olduğunu ve Allah’ın teveccühünün tüm dünya nimetlerinin üzerinde gerçek bir saadet olduğunu ve dünya hayatının çok çabuk geçtiğini hatırlatacak Kur’an hakikatlarını düzenli okuma alışkanlığını edinmek olmalı.

Hayırlı bir evlilik yapmak için en güzel hazırlığın, güzel bir yaşam olduğu bilinip, takva dairesinde yaşamak ve bu konuda gayretin arttırılması halinde evliliğin gecikmesinin, daha güzel ve nitelikli evliliği netice vereceğini düşünmek ve ona göre manevi birikimleri artırmak olmalı. Bakara suresinin “Azık edinin ey mü’minler, Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır” mealindeki ayeti hatırlanmalı.

Bir ömür birlikte yaşayacakları ve en ciddi imtihan vesilesi olan belki de en fazla hesap verecekleri konu olan eşlerin birbirleriyle ilgili haklarını öğrenmek olmalı.

İki farklı ortamda yetişmiş, farklı kabiliyette ve özelliklere sahip eşler olabileceğini düşünüp farklılıktaki güzellikleri fark edebilecek, yaşanacak meşakkatlerin hem dünya da hem ahirette güzel neticeler verecek imtihan sebebi olduğunu fark edecek basiret ve feraset sahibi olmak için okumalar yapmak olmalı.

Çeyizimiz, anne-babanın evladına bırakacağı en güzel mirasın güzel ahlak olduğu hadisi şerifini unutmayarak güzel ahlak sahibinin hem dünya da hem ahirette pişman olmayacağını hatırlayıp güzel ahlakın kaynağı olan iman ve ibadet konusundaki hassasiyetimizi arttırmak olmalı.

Allah’ın evlilik sonrası nasip etmesini umduğumuz en güzel bir ni’met olan ve ciddi bir imtihan vesilesi olan çocukların eğitiminin daha eş seçiminden başladığını ve sonrasında ciddi bir sabır ve bilgi birikimini gerektirdiğini hatırlayıp o konularda da okumalar yapmak olmalı.

Beraberliğin ve eşe duyulan sevginin kalıcı olması ve sonunda pişmanlığa dönüşmemesi için sevginin Allah rızası için ve O’nun emirleri dahilinde, yani ihlaslı olması gerektiği, ihlasında Allah’a olan iman ve itaatin arttırılmasıyla korunabildiğini hatırlayıp bu konularda çabalarımızı artırmak olmalı.

Gerek evliliği, gerek evlilik hazırlığını maddi ihtiyaçlarla sınırlı gören ve hazırlığı ona hasreden evliliklerin beklenen saadeti temin etmediği gibi ciddi sorunlarla beraber boşanmayla netice verdiğini üzülerek gözlemliyoruz. Gerekli manevi hazırlıkların yapıldığı, maddi hazırlıkların abartılmadığı evliliklerin iki cihan saadetine vesile olacağını, hem hazırlık döneminin, hem evliliğin gerçek lezzetlerin tadıldığı dünya cennetine döneceği aşikâr.

Böylece, birkaç maddi ihtiyacı karşılayım derken kalb ve ruhun sayısız ihtiyaçları ihmal edilmiş olmaz. Çok heyecanlı geçen hazırlık dönemi, ebede uzanan tüm ihtiyaçların teminine vesile kılınmış olur. Dünya ve ahirette hatırlanıldığında insana lezzet veren en güzel azıkların temin edildiği dönem olur.

RIZK ARAMAK

Bediüzzaman insanların ağzında dolaşan, farkında olunmadan kullanılan çok sakıncalı kelimeler olduğunu söyler. Ki bu kelimler imanı zedeleyebilen kelimelerdir. Tevhid hakikatine uymayan, şirk kokan kelimelerdir bunlar. Belki bu türden yanlış kelimeleri en fazla kullandığımız konu rızk konusudur. Çünkü rızkla ilgili faaliyetlerimiz hayatımızda en fazla yer işgal eder ve en fazla endişe edilen konudur.

Gün boyu karşılaştığımız insanlara neler yaptığını sorduğumuzda, geçim derdiyle uğraşıyoruz, rızk temin ediyoruz, rızkımızı kazanıyoruz, ekmek davası, rızkımızı kovalıyoruz, evlatlarımın ve ailemin rızkını karşılıyorum gibi ilk bakışta masum görünen ama tevhid hakikatine pek uymayan kelimeler duyarız. Peki, hayatımızın en ciddi meşguliyetini teşkil eden rızk konusunda ne yapıyoruz, rızk konusunda yaptığımız çabaların adı ne. Bunu doğru tesbit etmek hayati öneme sahip, çünkü dünya hayatımızda rızk çabası için evi günün önemli bir kısmında terk ediyoruz, hatta şehrimizi ve bazen ülkemizi uzun süreliğine sevdiklerimizi geride bırakarak terk ediyoruz. Bu kadar önem atfettiğimiz bir konuyu doğru tesbit etmek gerekmez mi. Bir ömür yaptığımız işin ne olduğunu öğrenmeden yaşamak ve sonunda ciddi yanlışlar yaptığımızı fark etmek yıkıcı bir azap olmaz mı?

İsterseniz önce bir gıdanın rızk olma macerasını hatırlayalım ve bu süreçte bize düşen kısmın ne olduğunu bütün içerisinde ne kadar yer teşkil ettiğini anlamaya çalışalım. Mesala çiftçi bir kişi kendisi ve ailesine rızk olarak zeytin yetiştiriyor. Kendisine tohumu toprağa ekmekte kullandığı tüm cihazları ve o konudaki ilmi veren Allah. Küçücük tohumun içerisine tüm kâinatla ilgili ilmi içeren ağaç olma programını yerleştiren Allah. Tarlaya ekilen tohumun ağaç olması için gerekli kanunları ( güneşin hizmetinden, bulutlar, dünyanın dönmesi, mevsimler, topraktaki bakteriler, atomlara kadar sayısız unsurlar) işleten ve idare eden Allah. Midemize girdikten sonra, Bediüzzaman’ın tabiriyle 4 kazanda pişirilip, 4 yerde değişikliğe uğrayıp, 4 süzgeçte süzülüp ve her insanda bulunan ortalama 100 trilyon hücreye ihtiyacı oranında dağıtılmasını yaratan Allah.

Peki, bu macerada bizim yaptığımız ne? tohumu tarlaya atmak ve zeytini ağzımıza atıp çiğnemek ve bizim yine Allah’ın bize yoktan verdiği cihazları yaparak yaptığımız bu işlem genel süreçte milyon da 1 bile teşkil ediyor mu? Kaldı ki rızk yemekten ibarette değil, Gözün rızkı var, kulağın rızkı var, aklın rızkı var onların tedarikinde o kadarda katkımız yok. Yine insanın en fazla ihtiyaç duyduğu rızkı hava, her an ona muhtaç o konuda yaptığı hiçbir şey yok.

Hasılı bizim rızk konusunda yaptığımızın milyonda 1 olmadığını ve en ufak bir rızkı var etmek için tüm kainatı var etmek, bahar tezgahını kurmak gerektiğini fark ettiğimizde rızk konusunda bizim hiç olduğumuzu dolayısıyla işgüzarlık edip endişe etmenin yersiz olduğunu fark ederiz. Rızka muhtaç olma ve o konudaki çabalarımızın hiç olduğu konusunda anne rahmindeki çocuktan farksız olduğumuzu fark ederiz. Anne rahmindeki kadar rızkı temin etmeye uzak olduğumuzu sadece Allahın rızkı anne rahminde iken kordonla, çocukken anne sütüyle, biraz büyüyünce mutfakta daha da büyüyünce bahçede rızkımızı halk ettiğini bu takdirinde bizim için bir rahmet ve imtihan sebebi olduğunu fak ederiz.

Yiyecekten çok daha fazla muhtaç olduğumuz havanın her an yanımızda hazır edilmesi ve farkında olmadan istifade etmemizi fark ettikçe, Allah’ın istese daha az muhtaç olduğumuz yiyecek, giyinme ve ısınma gibi ihtiyaçlarımızı da hava gibi yapabileceğini, zaten çok fark olmadığını sadece az uzağımıza koyduğunu bunun da bizi tembellikten, sıkıntıdan kurtaran bir eğlence olduğunu fark ederiz.

Rızk konusunda bize düşenin hiç olduğunu, Allah’ın sonsuz kudretiyle rızkımızı yaratıp bize ikram ettiğini fark ettiğimiz oranda, rızk endişesiyle O’na karşı gelmenin, günahlara girmenin, asli işimiz olan namazı terk etmenin, haram yolla kazanmanın ne kadar vahim ve ürkütücü bir hata olduğunu fark ederiz. Sizin rızkınızı ben veriyorum, rızkınızı vermek bana aittir mealindeki ayetleri daha güzel anlamaya çalışırız.

Madem rızk konusunda yaptığımız hiçbir şey yok Allah yaratıyor peki bizim yaptığımız fiilin adı ne. Bu soruya Bediüzzaman 5. sözde muazzam bir örnekle cevap veriyor. Askerlik vazifesi için talim altına alınan 2 askerden bahsediyor. Askerin vazifesinin talim ve savaşmak, onun başta gıda ihtiyaçlarını temin etmenin ise devletin vazifesi olduğunu söylüyor. Ancak devletin bazen ofislerde topladığı gıdaları askere taşıttırıp, pişirttiğini bunun ise asıl iş olmayıp ara iş olduğunu söylüyor.

Bizim de bu dünya da asıl işimizin talim ve nefisle savaşmak, yani kulluk, başta bizi beslemek, ihtiyaçlarımızın temininin ise Allah’ın vazifesi olduğunu söylüyor. Ve bizim yaptığımız askerin ofisteki gıdayı alıp mutfağına taşıması gibi Allah’ın yer yüzü ofisinde bizim için yaratıp depoladığı rızkı arayıp eve getirip yemek olduğunu söylüyor. Evet doğru tabir bu. Allah’ın yarattığı ve yeryüzüne depoladığı rızkı aramak. Yine Bediüzzamanın muhteşem tabiriyle rızkımızda adımız alnımızda rızkımız yazılı ve bize düşen takdir edilen rızkımızı aramak.

Rızkı ararken de rızkın mukadder olduğunu yaptığımız işin dua etmek Allah’tan istemek olduğunu şartlarına uyarak aramanın da ibadet olduğunu anlamamız gerekiyor. Böylece hem endişelerden uzak oluruz hemde maddi rızk konusundaki çabalarımız manevi rızka dönüşür. Ni’metlerdeki iltifatı fark ederiz. Bu konudaki çabalarımız asıl rızk olan ebediyeti hatırlatır, oraya olan iştiyakımızı ve saadetimizi arttırır. Böylece çok daha büyük ve ihtiyaçları fazla olan insaniyet midesi gerçek manada rızıklanmış olur.

AKIL MI KALB Mİ ?

Günlük hayatımızda onlarca karar veririz. Tercihleri yapmak her zaman kolay olmaz. Tekrarı olmayan ve ebedi meyveler veren bu kısa dünya hayatında bazı kararlar sonuçları açısından çok mühim neticeler vereceğinden şıklar arasında karar vermede zorlanırız. Meslek seçimi, eş seçimi, iş konusunda değişiklik kararı alma, mali riskler üstlenme vs. konularında değişik şıklar karşımıza çıkar. Bulunduğumuz ortama ve ruh haline göre sürekli şıklar arasında gider geliriz. Bilgisine itimat ettiğimiz dostlarımıza danışırız ama onlarda bir şıkta ittifak etmezler. Herkes kendi ruh haline ve bakış açısına göre farklı şıkları tavsiye eder. Yine son kararı vermek konusunda iş başa düşer ve sonuçlara biz katlanırız.

Bazen de içine düştüğümüz bir musibet anında bunaldığımızı, daraldığımızı, hiç çıkış yolu olmadığını düşünürüz. Karşımızda tercih edeceğimiz her hangi bir şık yoktur. Musibetin başımıza gelme sebebi ve mevcut halde yapmamız gereken doğru davranışın ne olduğu hakkında hiç fikrimiz yoktur.

Bazen de akıl ve kalb arasında bir ikilem yaşanır. Bir konuda seçim yapmamız gerektiğinde akıl ve kalb farklı şıkları tercih edebilir. Akıl mevcut şıkları karşılaştırdığında a şıkkını makul ve mantıklı bulup ve bunu şıklar arasında yaptığı mantıklı kıyaslarla delillendirdiği halde, kalb mantıklı ve zahir bir delil sunamamakla birlikte a şıkkını içine sindiremeyerek, huzursuz olarak ve mutmain olmayarak b şıkkını daha uygun bulur. Peki, bu durumlarda mü'min nasıl karar verecek.

Kur'an ayetlerinin ve Kur'an’ın en birinci tefsiri olan hadislere baktığımızda insanda kalbin kumandan olduğu ve son kararı verme konusunda karar mercii olduğu anlaşılıyor. Nitekim etrafımızda insanları gözlemlediğimizde kalbine rağmen, etrafının yönlendirmesi veya aklının yanlış sevkiyle seçim yapanların (mesela meslek seçenlerin), uzun vadede tatmin olamayan, beklediği mutluluğu elde edemeyen ve kararını fıtri mecraına doğru değiştiren, yani kalbinin sevk ettiğine yönelen çok insan görürüz. Tabi her zaman bu sonuca kolay ulaşılmaz. Birçok insanın yanlış kararlar sonucu ciddi musibetlere maruz kaldığını da görebiliriz.

Karar mercii kalb olması aklın tamamen bu konularda vazifesiz, bir kenara bırakılması gereken bir cihaz olduğu manasına gelmiyor. Akıl, kalbin karar vermesinde yardımcı olacak tecrübeleri, bilgileri, ihtimalleri ve sonuçları hakkında muhtemel neticeleri vs. sunan cihazdır. Ve son kararı aklın sunduğu bilgilerle ve tabii ki diğer birçok cihazın yardımıyla kalb verecek, şıkları ve şıklar arasından doğru şıkkı kalb hissedecektir.

Karar verme konusunda son sözü söylemesi gereken kalb çıkış yolu bulamadığımızda çıkış yolunu, bir kaç şık arasında tereddütte kaldığımızda doğru şıkkı her zaman hisseder mi? Allah her vicdan sahibi kalbe doğruyu hissetme kabiliyetini vermiştir ve doğruları vicdan penceresiyle kalbe ilham ediyor. Fakat imtihan dünyasındayız. Ölçüm yapan cihazların yanlış kullanılması ve gerekli bakımlarının yapılmaması halinde paslanması ve paslandığı oranda ölçümleri hatalı yapması, doğru sonuçtan uzaklaşması gibi kalb de gerekli bakımları yapılmaz, ihtiyaçları doğru şekilde giderilmez ve yanlış kullanımlarla paslanır, kirlenirse doğru karar verme özelliğini kaybeder.

Kur'an'ı Kerim, kalbimize doğru kullanılması halinde darda kaldığımızı hissettiğimizde çıkış yolunun ilham edileceğini ve şıklar arasında tereddütte kaldığımızda doğru ile eğriyi ayırma kabiliyetinin verileceğini haber veriyor. Ve bu nimete ( kalbi doğru kullanma ) nasıl kavuşacağımızı da belirtiyor. Bu haber, bir defalığına geldiğimiz, kararlarımızın ebedi meyveler verdiği ve sürekli birçok konuda kararlar vermemiz gereken dünya hayatımızda duyabileceğimiz en müjdeli haberdir. Çünkü vereceğimiz doğru kararların neticesi ebedi cennet meyvesi, yanlış kararların neticesi ebedi cehennem zakkumu. İnsan bazen doğru zannıyla yanlış kararlar verebiliyor. O yüzden Kur'an'ın haber verdiği kıstasa muhtacız.

Kur'an talak suresi 2. ayette çıkış yolu göstereceğini, aynı sürenin 4. ayetinde işinde kolaylık vereceğini, enfal suresi 29. ayette eğri ile doğruyu ayırma kabiliyetini ( furkanı ) vereceğini, ahzab suresi 71. de işlerini düzene koyacağını vaad ediyor. her 4 ayette geçen nimetlerin verilmesi de aynı şartta bağlanmış, takva ehli olmak.

Demek kalbin doğru karar vermesini günahlar ve ibadetlerle beslenmeyip yanlış gıdaların kalbe konulması engelliyor. Bize düşen bir musibete maruz kalıb çıkış yolu aradığımızda veya mühim olduğunu düşündüğümüz kararlar verme öncesi ( bazen küçük kararlar çok büyük kararların başlangıcı ve sebebi olabilir) doğru kararın kalbimize ilham edilmesi için takvaya sarılmamız gerekiyor. Aile hayatında, iş hayatında, arkadaş, okul ortamında daraldığımızı, bunaldığımızı, sıkıştığımızı hissettiğimizde tek ve doğru çözümün kulluğumuzu arttırmak, Allah'a iltica etmek, dualarımızı ve ibadetlerimizi az da olsa arttırmak olduğu anlaşılıyor.

23 Kasım 2007 Cuma

TİTİZ MİYİZ

Etrafımızda, haline imrendiğimiz ve bu halini takdirle karşıladığımız prensip sahibi, titiz insanlar vardır. Bazıları Allah’ın kendilerine emaneti olan sağlıklarını koruma konusunda, bazıları bulunduğu ortamın düzeni ve temizliği konusunda, bazıları vücudunun kilosu konusunda titizdir. Kendilerine emanet edilen sağlık, vücut, ev-iş çevresi vs. nimetleri korumak konusunda, ciddi fedakarlık gösterirler.

Bu özelliklere sahip dostlarla her karşılaştığımda, prensiplerini uygulama konusunda kararlılığını, katlandıkları fedakârlıkları ve korunma konusundaki titizliklerini (hayatı azaba çevirecek dereceye varmamak şartıyla) takdir etmekle beraber, hep aklıma şu soru gelir. Acaba aynı titizliği emanetlerin en değerlisi, ebedi arkadaşımız olan ruhumuzu korumak konusunda gösterebiliyor muyuz?

Sayılan emanetlerin hepsi ortalama 60-70 yıl olan bu dünyada bize arkadaşlık eden emanetler. Oysa ruhumuz çok daha uzun süre, ebediyen bize arkadaşlık edecek. Onu koruma konusundaki ihmalimiz ebediyen bizi etkileyecek. Kaldı ki 60-70 yıllığına emanet edilen nimetlerinde hem dünyada nimet olması ve ahirette ebedi meyveler vermesi, dolayısıyla koruma konusundaki titizliğin manalı olması, yine ruhun korunmasına bağlı.

Ruh asıldır, diğerleri ruha takılan ve ruhun hizmetine sunulan cihazlardır. Mesela ev ve içindeki eşyayı vücuda benzetirsek, ruh evde yaşayan ve ondan istifade eden insan olur. Evin her ihtiyacını titizlikle gören ama mesela evde yaşayan çocuğu beslemeyen, hastalandığında doktora götürmeyen ve sağlığını tehdit eden mikroplardan korumayan insanın ne kadar yanlış yaptığı açıktır. Bize emanet edilen vücut, sağlık, vs. nimetler ruhun korunmasına ve gıdalanmasına hizmet ettiği oranda değerli olur, umulan saadeti ve lezzeti temin eder.

Sağlımızı tehdit eden en ufak bir haber karşısında (mesela hastalık ihtimali), endişeye kapılıyor ve hemen çözüm konusunda arayışlara başlıyoruz. Peki, ruha nispeten evimiz hükmünde olan vücudumuzu ve bahçemiz hükmünde olan ev ve iş çevremizi korumadaki titizliği, asıl olan ruhumuzu koruma konusunda gösterebiliyor muyuz?

Mesela aynı titizliği, hem dünyada hem ahirette ebedi hastalıklar olan, kalp ve ruhumuzda yaralar açan günahlardan korunma konusunda gösterebiliyor muyuz? Ruhumuzu günah ihtimali olan ortamlara, sohbetlere, ilişkilere sokmamak konusunda titiz miyiz?

Her halimizde, her anımızda, her işimizde sayısız cihetlerle muhtaç olduğumuz sonsuz kudret sahibine, isyan ve günahla karşı gelmenin ruhumuzu tarifi imkânsız, tüyler ürperten azaba düşürmesinden koruma konusunda titiz miyiz?

Varlığını tehdit eden sınırsız tehlikelere karşı dayanak noktası arayan, hayatının devamı için gerekli, sınırsız ihtiyaçları için yardım isteyen ruhumuzu, tek çözüm mercii olan, sınırsız kudret ve hazineler sahibi Allah’a ibadetle iltica ettirme konusunda titiz miyiz?

Günlük hayatın dağdağaları, sel gibi akan olayların dalgaları, rüzgâr gibi esen hadiselerin meşakkatli fırtınalarında boğulan, sıkışan, daralan ruhumuza, vaktinde kılınan namazla nefes aldırma konusunda ne kadar titiz davranıyoruz?

Ruhumuzu en çok üzen ama her an yaşadığımız ayrılıkların eleminden, fanilerin kaybolmasının ve sevdiklerimizin gitmesinin acısından, hamd ve tesbih ederek Allah’a ve ahirete imanımızı ziyadeleştirerek, koruma konusunda titiz miyiz?

Ebediyeti isteyen, alaka kurduğu şeyi hemen seven ve sevdiklerinden ayrılmak istemeyen, ayrıldığı sevdiklerine tekrar kavuşmayı şiddetle arzu eden, aşık olduğu ebedi alemlerden ve ebedi zaatdan haberler duymak isteyen ruhumuzu Kur’an’dan haberler dinleterek gıdalandırma konusunda titiz miyiz?

Ruhumuzu sevdiği veya korktuğu veya menfaat umduğu fani şeylere ve nefse köle olmaktan kurtarıp, Allah'ı hatırlamak ve O'nu anmakla gerçek özgürlüne kavuşturma konusunda yeterince titiz miyiz?

Bize emanet edilen emanetleri koruma konusundaki titizliğimiz güzel bir niyetle ibadete dönüştüğü gibi, inşaallah daha önemli emanetleri koruma konusundaki titizliğimizi arttırır.

22 Kasım 2007 Perşembe

Dost Tv Fragman

Dost tv ekranlarında hafta içi her gün 08 10 da canlı olarak yayınlanan (tekrarı 22 10 da ) Hikmet Arayışları programımızın tanıtım fragmanı.

21 Kasım 2007 Çarşamba

SORUYU ANLAMAK

Soruyu anlamak çözmenin yarısıdır derler. Ancak bu yarısı diğer yarısını çözmek için de ön şart olan yarısıdır. Diğer yarısının da bilgi olduğunu kabul edersek, insan konuyu ne kadar bilse de çözümün ilk yarısı olan soruyu, doğru anlamazsa sorunun yarısını çözer ve yarım puan alır diyemeyiz.

Mesala soruda son kelime olmamalıdır diye bitiyor ve okuyan olmalıdır diye anlıyorsa, konuya ne kadar hakim olsada 3 şıkkında doğru cevap olabileceğini düşünen kişi bocalar durur. Soruyu tekrar okuyup doğru anlamadığı sürece, hafızasını yoklayıp bilgisini arttırdıkca stresi arttar, gerginleşir, kendine güvenini kaybeder. Aslında kolaylıkla bilebileceği diğer sorularıda anlayamamaya ve terlemeye başlar. Hem sınavda hem sınav sonrasında ciddi sıkıntılara maruz kalır. Benzer durumları sınavların eksik olmadığı eğitim hayatımızda hepimiz yaşamışızdır.

Sıkıntıların, problemlerin, bizi üzen olayların eksik olmadığı dünya hayatında da Allah'ın kullarına kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğini vaadettiği ve vaka da öyle olduğu halde gerekli sabrı gösteremeyip, olayların dalgaları arasında boğulmamızda ve ciddi ruhi ve kalbi sıkıntılar yaşamamız da yukarıdaki örneğe benzer bir hal yaşadığımızı düşünüyorum.

İnsanların akletme kabiliyetleri ve ilmi arttıça olayların zahiri sebeblerinden asıl sebeplerine doğru derinleşmesi beklenir. Örneğin 1. dünya savaşının sebebi bir ortaokul talebesine sorulduğunda onun cevaben Sırp milliyetcisinin Macar prensine kurşun sıkması şeklinde ki cevabı yeterli görülüp sınavdan gecmesi için kafi görülürken, bir lise öğrencisinin aynı cevabı yeterli görülmez ve ondan hakim güçlerin sömürge arayışından, zengin petrol ve kömür gibi hammeddeler ulaşma hedeflerinden bahsetmesi istenir.

Aynı soru üniversite öğrencisine sorulduğunda 1789 Fransız ihtilaline, ihtila sonrası reform hareketlerine, sonrasındaki sanayileşme ve sonuçlarına vs. bilgiler istenir veortaokul talebesinin gecmesine sebeb olan cevabı üniversite öğrencisini komik duruma düşürür ve dersi geçemez.

İşte biz ilim ve tefekkürümüzü arttırmayıp olayların zahiri sebeplerine ve sonuçlarına baktığımız için olayların bir imtihan sorusu olduğunu anlayamıyoruz. Bize sorulan sorulara (musibet, sıkıntı vs.) beni mi buldun, nereden çıktı şimdi bu, sırasımıydı, ne günahım vardı gibi daha burada zikredemeyeceğim bir çok hatalı ve tehlikeli sözleri sarfediyoruz. Ve başımıza gelen hadiseler nereden geldiğini, niçin geldiğini, vazifesinin ne olduğunu, bizim ona karşı vazifemizin ne olduğunu anlayamadan sürekli bizi tokatlıyor.

Oysa imtihan salonuna giren bir kişinin sorular önüne konduğunda nereden çıktı bu soru demeyip, bilakis dersine çalışmış olmanın ve sınav sonrası alacağı mükafatın hatırlanmasıyla keyif aldığı gibi, Biz de bu dünyanın imtihan salonu olduğunu, bizim imtihan edildiğimizi ve her olayın ( üzen, sevindiren ) imtihan sorusu olduğunu farketsek nereden çıktı vs. sözlerini sarfetmek yerine bu soruya en güzel cevabı nasıl verip, en güzel mükafatı (puanı) alırım diye düşünür heyecanlanırız.

Dünya hayatımızda olaylar ve hadiseler karşısında yıkılmamak, karanlıklardan, endişelerden, korkulardan kurtulmak ve hakiki ve daimi saadeti yakalamak için anahtar kelime İMTİHAN. Bu dünyanın münhasıran cismani lezzet yeri olmayıp, imtihan yeri olduğunu farkettiğimiz anda bizi üzen olaylar, fırsata dönüşür. İnsanı üzen çabalarını karşılıksız oluşudur, yoksa karşılığının olduğunu düşünen (ahiret inancıyla ) insan fıtratı çalışmaktan, meşakketten zevk alır. Sınav sonrası istikbalini düşünen minicik yavruların, haftanın 7 günü oyunlardan vazgeçip LGS çalışması bunun misalidir.

Aynı şekilde dünyanın imtihan yeri olduğunu bilen insan kendisine sunulan nimetlerle şımarıp, sonrasında çok üzüleceği yanlışlar yapmaktan korunur. Nimetin imtihan sorusu olduğunu düşünen elindeyken hayırlı kullanır, elinden alındığında zaten hazırlıklı olduğu ve gerekli cevapları verip puanını aldığı için fazla üzülmez.

Sadece dünyanın imtihan yeri olduğunu bilmek yeterli değildir. Her olayın bilhassa beşerin de dahil olduğu olayların imtihan vesilesi olduğunu farketmek ve doğru tavır sergilemek kolay değildir. Dersini güzel çalışan öğrencinin imtihanı sevip girmek ve ödüle kavuşmak için acele ettiği gibi bizimde ilmimizi arttırıp taklitten tahkike çıkarmamız ortaokul talebesi seviyesinde kalmayıp olaylarınderinine nüfus edebilen bir seviyeye çıkmamız gerekiyor.

Olaylara tepkimiz coğu zaman düşünerek, aklederek olmayıp, hisle, kalple, davranışla olduğu için, imtihan gerçeginin sadece bilgi düzeyinde kalmayıp kalp ve his ve davranışlarımıza yerleşmesi gerekiyor. Bu da imtihan gerçeğine uygun yaşamakla mümkün olur. Bu da Kur'ana göre yaşamak ve O'nun emirlerine riayet etmekle olur. Ve riayet ettiğimiz oranda kalb ve ruhumuz, hiç bir olay karşısında sarsılmayan huzura, aydınlığa, nura, hakikive daimi saadete kavuşur.

ŞİMŞEKTEN HIZLI GEÇEN ÖMÜR

Bediüzzaman Mesnevi Nuriye adlı eserinde " senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer. " demektedir. Şimşek gibi geçer demiyor şimşekten daha çabuk geçtiğini söylüyor.

Bu söz ilk bakışta insana zamanın ve ömrün değerini anlatmak için mübalağa sanatından istifade ile verilmiş bir örnek gibi gelebilir. Nitekim ben de uzun yıllar öyle zannetmiştim ta ki Ali Çetinkaya'nın Dost tv deki muhteşem izahını dinleyinceye kadar.

Kur'an da ahirete ait sahnelerin anlatıldığı ayetlerde, dünya da ne kadar kaldınız sorusuna farklı cevaplar verildiği belirtilir. Bir kısmı bir gün kaldık der, bir kısmı bir kuşluk vakti kadar kaldık der, bir kısmıda günün bir kısmı kadar kaldık der ( mu'minun suresi 113).

Bu ayet mealleri ahirette bize soruldugunda verecegimiz cevapları söylüyor. Peki nasıl oluyorda 60-70 yıl gibi bir ömür yaşayan, bir çok olaylara tanık olan, bir çok eserler vücuda getiren insan dünya macerasını bir gün olarak hatırlıyor.

Zamanın izafi olduğu yani algılanışının kişiden kişiye değiştiği kabul edilir. Biz şimşeğin bir kaç saniye olan vaktine bir süre izafe ederken ortalama 60-70 yıl olan insan ömrüne oranla tayin ediyoruz. Yani bir kaç saniyeyi 60-70 yıla oranlayarak zihnimize yerleştiriyoruz. O zaman zihnimizde yerleştirdiğimiz şimşek vakti eşittir bir kaç saniye bölü 70 yıl.

Gelelim ömre, ömrümüzü temsil eden 70 yılı bölünen hanesine koysak, bölen hanesine de 1000 yılı koysak, 70 yıl 1000 yıla oranla bir zaman değeri ifade eder. Peki 1000 yerine 1 milyon koysak, sonra 1milyon, 1 katrilyon, 1 ketrilyon koysak, 70 yılı onunla kıyaslasak ne kadar gözümüzde zaman değeri azalır.

Gelelim dünya ömrümüzün gerçek ömrümüzle kıyasına, dünya ömrü eşittir 70 yıl bölü ebedi hayat. Ve bu iki işlemi bir biriyle kıyasladıgımızda, bizim ebedi hayatımıza oranla dünya hayatımızın , bizim 70 yıla oranla şimşege atfettiğimiz ömürden çok daha kısa olduğu hakikat olarak karşımıza çıkacaktır. Daha bitmedi en iyi ihtimalle 70 yıl olan ömrümüzün her an sona erme ihtimali ve bu ihtimali her an hatırlatan tanık olduüumuz ölümleride kıyasa dahil edersek,
sayısız emellerimizi ve aczimizin sonsuzluğunu da dahil edersek ömrümüzün ne kadar kısa olduğunu ve geçmiş kamil zatların ömre niçin rüya dediklerini sanırım daha iyi anlarız.

Nitekim Bediüzzaman 17. sözde muhteşem ifadelerle "Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider." diyerek bu hakikate ne güzel işaret etmiş.

Ömrümüzün bu kadar kısa olması değersiz olduğunu zannettirmesin. Allah sonsuz kudretiyle sonsuz kısa olan dünya ömrüne sonsuz değer vermiştir. Nitekim ebedi olan hayatımızdaki saadetimiz, makamımız, alacağımız lezzet, tadacağımız nimetler kısacık dünya hayatımızdaki amellerimizüzerine bina edilecektir. Her anımız ahirette ebedi meyve verecektir dolayısıyla ebedi değerlidir.

Bu hakikate Bediüzzaman Mesnevi Nuriye de " Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil haller, o âlemde bâki ve daimî semereler verecektir." demek suretiyle işaret etmektedir.

Sonsuz kısa olanın sonsuz değerli olması pek anlayabileceğimiz bir hakikat değil, anlayabilsek bir dakikamızı bile boş geçirmezdik. Ama ne kadar hissedebilsek kar. Allah hissimizi ve hissemizi arttırsın.

ALLAH'A ŞÜKRE BİZ MUHTACIZ

Allah'a şükretmeyen Allah'a düşman olur, Allah'a düşman olan O'nu inkar edeceği bir yola girer, O'nu inkar eden her şeyini yitirir.





İnsan kainat ağacının meyvesidir. Kainatı içine alan bir kalb çekirdeği taşımaktadır. Kalb en başta kendinin, yakınında olan hem cinslerinin ve alakalı olduğu her şeyin daimi mutlu olmasıyla, gerçekten mutlu olabilir. Bir süreliğine kendisine veya sevdiklerine sunulan nimetler onu mutlu etmeyecegi gibi bilakis nefretini celbeder. Devamlı olmayan şeyde lezzet yoktur.





Kalb alaka duydugu şeylerle ebedi birlikte olmak ister. Aksi halde sevmez, sevemez. Sevmek icin tabiri caizse "devam garantisi" ister. Çünkü devam etmeyen şeyler bir lezzet verirse, son bulduğunda kalbe 100 acı çektirir. Daha nimeti tadarken son bulacağı aklına geldiğinde acılar başlar. Kendisine her an sunulan hadsiz nimetler ona hadsiz acılara dönüşür.



Her an sayısız nimetlerden istifade eden insan her nimetin alınmasındaki güzel manaları farketmeyince çektiği acılar sonrasında tırnak içinde " madem alacaktın niye verdin" der. Kendisine her an dokundurulan hadsiz nimetlerin acı çektirilmek için verildiğini düşünen insan nimetleri verene sevgisini ne kadar sürdürebilir.



Kendisine her an acı çektirdiğini düşündüğü Allah' a karşı gizli gizli düşmanlık duyguları beslemeye başlar. Çekilen acılar arttıkca düşmanlığı ziyadeleşir. Kendisine her türlü azabı tattırdığını düşündüğü Rabb'ini inkar arzusu kalbinde yeşerir ve ilk fırsatta bir bahane ile inkar eder. Kendisini yoktan var eden, her an sınırsız sayıdaki ihtiyaçlarını gideren ve gelecekte de kendisinin ve tüm sevdiklerinin ihtiyaclarını yerine getirebilecek yegane varlık olan Rabb'ini inkar eden her şeyini kaybeder. Tarifi imkansız karanlıklar içerisinde kalır.



Allah'a şükredilince hakikatın kapıları açılır ve gerçek hissedilir.

Allah'a şükreden insan dünyadaki nimetlerin asıl olmadığını, tadımlık ve ahiretteki asıllarını hatırlatan ve oraya teşvik eden numuneler (gölgeler) oldugunu farkeder, hisseder. Nimet son buldugunda, zaten tadımlık ve fani olduğunun farkında olduğundan, Rabb'nin emsalini vermeye kadir olduğunu bildiğinden ve ahirette tekrar daha güzel şekilde kavuşma ümidinden dolayı fazla üzülmez. Dolayısıyla Rabb'ine olan muhabbeti azalmadığı gibi, Rabb'inin ahirette kendisi için hazırladığı nimetleri hatırlar muhabbetini ve şükrünü ziyadeleştirir.


Nimetin nimet olması devam etmesine, insanın nimeti göndereni sevmesi, nimetin devamını farketmesine bağlı. Nimetin devamını farketmek ise ancak şükürle mümkün olur.


Şükürle insan dünyada kendisine sunulan hadsiz nimetlerin tadımlık olduğunu farkeder, dolayısıyla onların doyumluk olmadığını, doyma yerinin ahiret olduğunu farkeder ve ahiretteki asıllarına iştahı uyanır.


Hasılı Rabbine şükreden insan, nimeti gönderenin Allah olduğunu farkeder

Rabb'ine şükreden insan, nimetlerin emanet ve tadımlık olduğunu farkeder

Rabb'ine şükreden insan, nimetlerin asıllarının ahirette olduğunu farkeder

Rabb'ine şükreden insan, nimetlerdeki maddi lezzetten bin defa ziyade olan iltifatı farkeder

Rabb'ine şükreden insan, kalb ve ruhunun ebed arzusunu gıdalandırır

Rabb'ine şükreden insan, nimetlerde saklı olan hazineyi, yani Allah'ın Esma'sının tecellilerini farkeder

Rabb'ine şükreden insan, kainatın düzednini ve şükrünü farkeder onlara ortak olur

Bu manaları hatırlayan mü'min nimetlere kavuşunca şükrünü dolayısıyla Allah'a olan muhabbetini arttırır. Nimetler alınınca da alınmasıyla aslında ne gibi manevi nimetler sunulduğunu farkeder (ahireti hatırlatmak gibi), tekrar kavuşacağını ümit eder Allah'a olan muhabbeti azalmaz bilakis artmaya devam eder. Her an sayısız nimetlerle kendisini nimetlendiren Rabb'nin muhabbetiyle kendinden geçer. Tam ve kesilmeyen ve eksilmeyen saadete kavuşur.

Paylaşmaya çalıştığımız manalar bilmekle hissedilmez. yaşamak lazım. yaşayışla şükretmek lazım. Helal kazanmak, kanaat etmek, iktisat etmek ve şükrün en camii olan namazı kılmakla bu manalar hissedilir. Daha dünya da cennet saadeti yaşanır.





18 Kasım 2007 Pazar

YENİ BİR SAYFA

Değerli dostlar..söz gider yazı kalır.
Sizlerle paylaşmaktan büyük bir feyiz ve haz aldığımız,hikmet arayışları programından mülhem fikir ve düşüncelerimi burada sizinle paylaşmak üzere bu sayfayı açmış bulunuyorum...
Gerek yorum göndererek, gerek eleştiri yaparak gerekse dua ile katkılarınızı bekliyorum.

Abdulmecid DEMİRCİ