15 Nisan 2008 Salı

Kainatla ve Kendimizle Barışık Olmak


Bazı insanların ağzında ben kendisiyle barışık bir insanım veya ben tabiatla barışık bir insanım şeklinde sözler sıklıkla tekrarlanır. Tam olarak bu cümlelerin ne manaya geldiğini bilmemekle beraber, eğer güzel bir mana vermek gerekirse bunun insanın kendi varlık gayesine ve kainatla ilgili vazifesine en güzel şekilde mazhar olma, yani ahsen-i takvim üzere olma şeklinde anlaşılabileceğini ve bunun da yegane vesilesinin namaz olduğunu düşünüyorum.

Bediüzzamanın 9. sözde ki şu muhteşem ifadeleriyle insan, kainat, namaz ilişkisine dikkat çeker. “Nasılki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarıdır ve Fatiha-i Şerife, şu Kur'an-ı Azîmüşşan'ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın enva'ını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.”

Bu ifadelerin devamında bir günün ve o gündeki namaz vakitlerinin bir yılın, insan ömrünün ve kainatın ömrünün özeti olduğu ve o zamanları insana hatırlattığı izah edilir. Her bir namazda kainatın özeti olan insan, Kur’anın özeti olan fatiha, tüm zamanların özeti olan hazır gün ve tüm mahlukatın tüm ibadet çeşitlerini barındıran namaz buluşur. Bu muhteşem buluşma ile insan kendini, kainat içerisindeki konumunu, vazifesini, değerini, varlığının hikmetini, Kur’an hazinesini, fark eder, öğrenir ve gereğini ifa eder.

Tüm kâinatın kendisine hizmet ettirildiği insan kainatı temsil etme, kainatın kulluğunu fark edip Allah’a sunmakla vazifelidir. İnsanın dış âlemdeki bir nesneyi fark etmesi için o nesneyi tanıyacak bir cihaza ve o nesnenin numunelerine sahip olması gerekir. Böylece onları fark eder, anlar ve temsil edebilir. Mesela anne olmayan, anneliğin nasıl bir his olduğunu bilemez. Bu yüzden Allah insana tüm maddi âlemlerden bir numune yerleştirmiş. İnsanı kâinat ağacının meyvesi şeklinde yaratmış. Işığı yaratmış insana gözü takmış. Kokuları yaratmış insana burun takmış.

Tabi insanın tanıma ve temsil etme görevi sadece maddi âlemle sınırlı bırakılmamış. Maddi âlemlerin yanında manevi âlemleri fark etme, eşyanın melekût boyutunu fark etme ve temsil etme görevi de yüklenmiş. Eşyanın Allah’ın güzel isimlerine nasıl ayine olduğunu fark etme gibi. Ve bu vazifesini yapması için de manevi âlemlerden numuneler insana yerleştirilmiş. Mesela hafıza, alemi mahfuzdan haber verir.

İnsanın maddi alemi doğru algılaması maddi cihazlarını yerinde ve doğru olarak kullanmasına bağlı. Mesela gözünü zararlı ışıklarla bozan birisi eşyayı net göremeyecektir. Eşya konusundaki ölçümleri yanlış olacaktır. Aradaki farkı düzeltmek için gözlüğe ihtiyaç duyacaktır.

İnsanın manevi âlemlerle ilgili yani eşyanın melekût, mana âlemiyle ilgili vazifesini, değerini doğru anlamak ve temsil etmek ancak manevi cihazları doğru kullanmakla mümkün. Kalbini günahlardan korumayan ve doğru vazifelerde istihdam etmeyen, aklını batıl fikirlerden, malayani meraklardan korumayan ve Allah’ın güzel isimlerinin tecellilerini fark etmekte kullanmayan eşyanın manası hakkında doğru tespit yapamaz. Doğru ölçüm yapamayan doğru değerlendirme yapamaz, doğru değerlendirme yapamayan doğru kararlar veremez, doğru kararlar veremeyen hakikate ulaşamaz. Hakikata ulaşamayan ve gereğini yapamayanlar yalanlarla, vehimlerle, korkularla, acılarla dolu bir hayat yaşar.

Kısacası, kendisine emanet edilen maddi ve manevi cihazları veriliş gayesine uygun olarak beş vakit namazda kullanıp kendisiyle, kainatla, zamanla, Kur’anla doğru şekilde tanışmayan, kainattan ve olaylardan korkan, karşısında titreyen, kainata takılan, her şeyi kendinse düşman gören bir vaziyete düşer. Her ne kadar kendisiyle ve kâinatla barışık olduğunu söylese de barışık olduğu vücudunun yıpranmasından, barışık olduğu kâinatın bir gün haydi dışarı deme ihtimalinden dehşet alır.

Kendimizle, olaylarla, musibetlerle, kâinatla, kâinattaki hadsiz mahlûkatın tesbihatıyla tanışmak, barışık olmak onlarla dost olmak ve hem dünya da hem ahirette şefaatlerine mazhar olmak istiyorsak her gün beş defa sunulan muhteşem tanışma, barışma, paylaşma davetine kayıtsız kalmayalım.

25 Şubat 2008 Pazartesi

Gönüllü Terlemek

Günah Yazıları 06
Hamama giren terler derler. Bu sözü imtihana giren terler şeklinde de anlayabiliriz. Bu dünya imtihan yeri olduğuna ve bizde imtihan edildiğimize göre mutlaka terleyeceğiz. Allah haberlerimiz ortaya çıkıncaya kadar bizi değişik vesilelerle imtihan edeceğini bildiriyor.( kur’an 47/31). Bir çok ayette bizleri mal ile, evlat ile, fakirlik ile imtihan edeceğini ilan ediyor.

Çok farklı ve ciddi imtihanlardan geçirileceğimiz kısacık dünya hayatında imtihanı en kolay şekilde verip hem dünya da hem ahirette saadete kavuşmanın yolu gönüllü terlemeye talip olmaktan geçiyor. Allah’ın emirlerindeki tatlı külfete katlanmayıp tembelliği seçenler aslında çok daha zor olanı seçmiş oluyorlar. Hem dünya da çok daha fazla terliyorlar hem ahirette ebediyen terleyecekler.

Allah her insana imtihan vesilesi olarak, her biri kâinat değerinde birçok cihaz takmış. Bu cihazları ebedi hayatı kazanmamız için vermiş. En güzeli ve kolayı bu cihazları Allah’ın bize emanet ediş gayesine uygun kullanmak. Çünkü her şey onu yaratan Rabbinin ona yüklediği görevi yapmakla mutlu oluyor. Aksi halde ilk anda mutlu olacağı zannedilse bile hemen ıstırap başlıyor.

Bize emanet edilen cihazları veriliş gayesine uygun kullanmak ilk bakışta nefsin hoşuna gitmese de, sonraları ne gibi hayırlara dönüştüğünü ve ne gibi zararlardan bizi koruduğunu fark ediyoruz. Mesela, sabah namazdan sonra nefsi ikna edip, yatmayıp vakti verimli değerlendirdiğimizde ne kadar mutlu oluyoruz. O kadar seviniyoruz ki artık hep uyanık kalma kararı alıyoruz. Ama ertesi gün uyanık kalamadığımızda hem o sevinçlerden mahrum kalıyor hem bütün günümüzü verimsiz geçiriyoruz.

Merak, endişe, inat, korku gibi ebedi hayatı kazanmak için verilen hisleri yerinde kullanmadığımızda başımıza ne gibi belalar getirdiği malum. Ahireti, kendi geleceğini merak etmeyen insanların, ne kendisine, ne ülkesine, ne ahiretine hiç faydası olmayan dünyanın bir ucunda oynanan oyunu merak ettiğini görüyoruz. Sonunda oralarda aradığı saadeti bulamadığını, ne gibi şahsi, ailevi sorunlarla karşılaştığını her gün haberlerde, gazetelerde işitiyoruz. Ebedi hayatı merak etmesi için verilen cihaz fani dünyanın fani oyunlarıyla nasıl tatmin edilebilir

Nefsimize mağlup olup gönüllü terlemeyi seçmediğimizde hem o an yaşadığımız acılar, akıttığımız terler çok daha fazla oluyor hem her geçen gün o yanlıştan vazgeçmek için akıtmamız gereken ter miktarı artıyor. Sigarayı bırakmak için akıtmamız gereken ter başlamamak için akıtılan terden çok daha fazla. Sigaranın verdiği maddi manevi zararlardan dolayı akıttığımız ter başlamamak için akıtılan terden çok daha fazla.

Ama insan vaktini hayırla doldurmazsa ve günaha yaklaştıran malayani ve lüzumsuz işlerden kendisini korunması da pek mümkün görünmüyor. Bu konuya dikkat çeken bir hadis:


Hasan (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Kulun bütün düşüncesi âhiret olursa, Allah onun işini derli toplu yapar. Gönlünü zengin kılar. Artık o kimse zengin yatar, zengin kal­kar. Şayet bütün düşüncesi dünya olursa, Allah onun işini dağıtır. Akşam ihtiyaç içinde fakir yatar, ihtiyaç içinde kalkar.

İnsan asıl vazifesi olan kulluk ve şükre devam ederse Allah’ın onları daha bu dünyada da nimetlere kavuşturacağı, eğer bunu yapmazlarsa daha dünyada cezalara çarptıracağı bir çok ayette geçer.

Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Nisa 147

O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (günahtan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik. A’raf 96

Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder. Şura 30

O kâfirlerin dönüş yapmaları ümidiyle, onlara en büyük azaptan önce, dünyada açlık, musîbet, esaret, ölüm gibi peşin bir azap tattıracağız. Secde 21

Ayetlerin de açıkca bildirdiği gibi dünya ve ahirette acılara maruz kalmak istemiyorsak, daimi saadet ve nimetlere kavuşmayı arzuluyorsak en kolayı, en fıtrisi Allah’a iman ve itaat yolunda tatlı tatlı terlemek. Bunun alternatifi acı acı ve neticesiz ve çok daha fazla terlemek.

9 Şubat 2008 Cumartesi

Ateşte Yanmamak


Kur'an da peygamber kıssaları çok yer alır. Bu kıssalarda benzer imtihanlardan geçen insanların halleri anlatılır. En güzel davranışları sergileyen insanlığın şeref kaynağı peygamberler ve kamil insanların örnek ahlakları ders verilir. Böylece bizim de benzer imtihanlarda onları örnek almamız tavsiye edilir. Çünkü onlar bize göre çok daha çetin imtihanlara maruz kalmışlar ve güzel davranışlar sergileyerek daha dünya da binlerce yıl sonraları bile hatırlanır olmuşlar, ahirette ise ebedi saadete kavuşmuşlardır.

Kibir ve gururuna yenilip peygambere kulak vermeyenler ise daha dünyada kötü akıbetlere uğramışlar, ahirette ise ebedi cehennemlikler listesine dahil olmuşlardır.

Allah'ın bize en büyük lütuflarından biri olan Kur'an bize benzer imtihanlardan geçen insanların hallerini haber veriyor. Benzer imtihanlara tabi olan insanların hallerini anlatıyor. Kimlerin nasıl kaybettiğini, kimlerin neler yaparak kazandığını, kaybedenlerin dünyada akıbetlerini, kazananların dünyada akıbetlerini, kaybedenlerin ahiretteki durumunu, kazananların ahiretteki mükafatlarını uzun uzun anlatıyor. Kritik imtihanımız da bu ne büyük kolaylık. Kendimiz ve benzer imtihana alınan hemcinslerimiz hakkında en doğru haberlerin verildiği bu kitaptaki haberlerden mahrum kalmak ne büyük kayıp.

Kur’andaki kıssalara bu gözle baktığımızda yaşadığımız bir çok problemin çözümünü haber veren iretli kıssalar buluruz. Bunlardan birisi Hz. İbrahim'in (as) kıssasıdır. Enbiya suresi 51-73 ayetlerinde anlatılan bu kıssada günümüz dünyevileşen insanlarına dönük çok muazzam ibretler vardır. Ayetlerde haber verildiği gibi, tevhidi ilan ettiği için Hz. İbrahim (as) ateşe atılır. O ise her şeyin Rabbi'nin emrinde olduğunu bildiği için tam bir emniyetle sadece O'na tevekkül eder. O dev ateş yığını içerisinde rivayetlere göre 7 gün kalır ve kendisine sorulduğunda hayatta en mutlu günlerinin ateş içerisinde geçen günler olduğunu söyler.

Hz. İbrahim (as) ateşe atıldığında melekler ve mahlukat Allah’a dua ederler; ” Allah’ım, Senin dostun ateşe atılıyor bize izin ver onu kurtaralım” derler. Allah “ gidin o kuluma sorun eğer sizden yardım isterse ona yardım edin, eğer benden isterse ben ona yardım edeceğim” diye cevap verir. Meleklerin yardım talebine İbrahim (as) “ Hasbünellahu ve ni’mel vekil” (Allah bana yeter; O ne güzel vekildir) demek suretiyle peygambere yakışan bir şekilde sadece Allah’a tevekkül etmiş ve sonrasında Allah Ona ateşi musahhar etmiş, Onu ateşin zararlarından korumuştur.

Bu kıssa bize haber veriyor ki, her şey O’nun emriyle hareket ediyor. O’nun izni olmadan hiçbir sebep, hiçbir sonucu netice veremez. Sonuçları Allah yaratıyor. Ateş tabiatıyla yakmıyor, emir dinliyor. Hep yakıyor görüyorsak hep yak emrini aldığı için yakıyor. Nitekim saatlerce güneşin altında bekleyen sigara kağıdı kadar ince ve nazik yaprakları yakmıyor. Kilometrelerce yükseklerden düşen yağmur tanesi başımızı delmiyor.

Bu kıssa ve örnekler haber veriyor ki kâinatta cari olan kanunlar her an Allah’ın emriyle hareket ediyor. Külli kanunlar konulmuş ve mahlûkat bu kanunlara bırakılmış değil. Her sebep her mahlûka dönük her an emir alıyor. Bazı kulların sui istimaliyle zarar gördüğü sebepler, olaylar Allah’a iltica eden, güzel ameller işleyen başkalarına hizmet edebiliyor.

Sebeplerin abartıldığı, günümüz maddileşen dünyasında, olayların aleyhinde göründüğünde bunalan, engellerin dağlar gibi göründüğünde aşılmaz sanan, dinin emirlerini uygulamanın imkansız olduğunu zanneden insanına bu kıssada muazzam bir tevhid dersi var.

Eğer kul sadece Allah’a tevekkül ederse aleyhinde görünen tüm sebepler ona hiçbir zarar veremezler. Ateşin İbrahim (as) i yakmadığı gibi musibet ateşi, deprem ateşi, ailevi sorunlar ateşi, iş sorunları ateşi, hastalık ateşi onu yakmaz, bunaltmaz hatta ona hizmet edebilir. Allah o sebepleri ona hizmetçi yapar. Çünkü her şey, her an ve her işinde O’ndan emir alır, O’nun emriyle hareket eder. Ve kul Allah’a takva ile iltica ettiğinde Allah her şeyi onun lehine dönüştürür. Tıpkı razı olduğu örnek kulu İbrahim (as) a ateşi nura dönüştürdüğü gibi.

22 Ocak 2008 Salı

Doğru Karar Vermek


“Kim benim velilerimden birisine düşmanlık yaparsa, ben ona karşı harp açarım/ondan dostumun intikamını alırım.


Bir kulum farz kıldığım amelleri yaparak bana yaklaştığı gibi, hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetleri ile de devamlı bana yaklaşır. Nihayet onu severim.


Ben bir kulumu sevdiğim zaman, (kendisine vereceğim özel nurum ile) onun işiten kulağı, konuşan dili, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, anlayan kalbi olurum. O artık benimle işitir, benimle konuşur, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür, benimle anlar. Benden bir şey isterse, istediğini veririm; bana sığınırsa kendisini korurum.” Hadis-i Kudsi

Kararlarımızla imtihan olunduğumuz dünya da her an kararlar vermemiz gerekiyor. Bazen bu kararlar daha sonraki hayatımızda vereceğimiz bir çok kararı etkileyen, hayati bir karar olabiliyor. Mesela iş seçiminde, eş seçiminde, aile içi problemlerde verilen kararlar, sonraki hayatımızı ve kararlarımızı etkiliyor.

Bu kararların yanlış olması telafisi çok güç dünya ve ebedi ahiret pişmanlıklarına dönüşebiliyor. Bu kararların doğru olması halinde ise hem dünya saadeti hem ebedi ahiret saadetine vesile olabiliyor. Tarihi kıssalar bunun örnekleriyle dolu.

Peki, karar vermek durumunda kaldığımızda doğru kararı nasıl vereceğiz. Bir gün sonrasını bile tahmin edemeyen aklımız, ileride hangi kararın bizi mutlu edeceğini nasıl bilecek. Bu durumda ezeli ilim sahibine sığınmaktan başka çare yok. Nitekim O ezeli kelamı olan Kur’an’ında takva ehline, eğriyle doğruyu ayırma, doğru olanı hissetme yeteneği olan furkanı, ( basiret, feraset, hikmet ) vereceğini vaad ediyor. ( enfal 29)

Allah takva ehline bu en güzel nimeti, furkanı vaat etmiş. Takva sonu olmayan bir yolculuk ve herkese göre farklı. Mesela biz ne kadar uğraşşakta bir alim gibi takva ehli olamayacağız. O zaman bu nimete nasıl kavuşacağız. Sanırım bu aşamada gidişatın ne yönde olduğu önem arz ediyor. Misalen, Allah, takva derecesi 10 olan ama 15 olma yolunda gayret eden birisine, derecesi 50 olan ama mevcut sahip olduğu nimetlerin değerini bilemeyip gaflet veya günahla 40 lara doğru ilerleyen den daha doğru kararlar vermeyi nasip edebilir.

Daha anlaşılır bir örnek vermek gerekirse Allah cehaleti sebebiyle 5 vakit namaz kılmayan, ama duydukça ilgisini arttıran ve o konuda çaba sarf eden birisine, onu en güzel neticeye cennete götürecek kararlar vermesini nasip eder. Cennete giden yolun kapılarını ona açar.

Ama 5 vakit namazını kılan fakat namaz nimetine kavuşmuş olmanın şükrünü eda etmeyerek, namaz kılanda olmaması gereken özellikler edinen ve yanlış yolda ilerleyen kimse yanlış kararlar verip namaz nimetinden ve cennetten mahrum kalacağı kararlar verebilir.

Mü’min ciddi kararlar vermesi gerektiğinde takva konusunda yeni bir adım atmalıdır. Ya günahlardan sakınma konusunda ya da ibadeti arttırma konusunda yeni bir şeyler yapmalı.
Her hali olduğu gibi bu yeni hali de kulluk faaliyetini artırmaya bir davet olarak alğılmalı ve kulluk gayretini artırmaya vesile kılmalı.

Böylece Allah’ın onun kalbine en hayırlı fikri ilham edeceği umulur. Yoksa sadece okumakla, araştırmakla, bilen insanlara danışmakla hayırlı karar vermek mümkün değil. Herkesin imtihanı özel, kendine mahsus özellikler arz ediyor. Başkaları ne kadar yardım etse, dua etse de kişinin kendi meyil ve isteği ve çabası gerekiyor. Toplanan fikirlerin doğru değerlendirilmesi, farklı fikirler arasında uygun olanın seçilmesi yine kişinin özel çabasını gerektiriyor.

Kararlarımızın semerelerinin ebedi olduğu, hassas elemelerden geçtiğimiz imtihanımızda yukarıdaki hadisin haber verdiği desteğe ne kadar muhtacız. Aynı manayı destekleyen şu hadis-i şerif de kararlarımızda Allah’tan yardım istemeye ne kadar muhtaç olduğumuzu vurguluyor.


Allah’ın Resul’ü (SAV) sık tekrarlamamızı tavsiye ettiği duanın manasını ders veriyor. “Size "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah"m açıklamasını haber vere­yim mi? Allah'ın yasakladığı şeylerden sakınma ancak Allah'ın koru­masıyla mümkündür. Allah'a itaate güç yetirme de ancak Allah'ın yardımıyladır. Bana Cebrail bu şekilde bildirdi.”

21 Ocak 2008 Pazartesi

Musibetlerin Dili


Bediüzzaman musibeti, insanı doğru etkileyen, dolayısıyla kalp ve ruhunu hayatlandıran, insanı canlandıran ama tenbelliğe de sevk etmeyen şekilde kısa ve öz, mükemmel bir tanımla anlatır. “ Musibet hataların neticesi, mükâfatın başlangıcıdır

Her mü’min başına bir musibet geldiğinde acaba hangi hatalarımın neticesi olarak geldi. Ve nasıl davranarak bu musibeti hakkımda hayra, mükafata dönüştürebilirim demeli. Kendi başımıza gelen musibetlerde bunu yapmaya çalışıyoruz ancak umumi musibetlerde bu pek aklımıza gelmiyor.

İnsan nefsinde hataları başkasından bilme eğilimi var. Hele o insan Müslüman kimliğine sahip ise, namazda kılmaya da çalışıyorsa ufak tefek hataları olsa da ( onları da Allah affedeceğine göre ) dört dörtlük bir kuldur. Dolayısıyla musibetler bilhassa umumi musibetler başımıza inanmayanların veya dinden gafil insanların yüzünden geliyordur.

Toplumu ilgilendiren musibetler değerlendirildiğinde inkar ehlinin veya dine muarız insanların hatalarının buna sebebiyet verdiği düşünülüyor. Bu bir ölçüde doğrudur fakat hakikati tamamen içermemektedir. Nitekim Bediüzzaman umumi bir musibet olan deprem hakkında bakın ne söylüyor. “küre-i arzın benîâdem'den, bâhusus ehl-i imândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele

Cümleden açıkça anlaşılacağı üzere depreme özellikle ehli imanın hataları sebep olmuştur. Çünkü, zaten inkar ehlinin işi günah işlemek ve yaymaktır. O kendisinden bekleneni yapıyor. Ama kendisinden itaat beklenen ehli iman benzer yanlışı yapınca arz hiddete geliyor. Tırnak içinde “sen de mi Britüs” diyor. Dostundan ihanet görenin daha çok öfkelenmesi gibi mü’minin günahları unsurları daha çok hiddete getiriyor.

İnkar büyük günahtır, dolayısıyla onların cezası ahirete bırakılır. Oysa ehli imanın hatalarının cezası bu dünyada verilir. Bu hakikat nazara alındığında da musibetlerin sebebinin daha ziyade ehli imanın hatalarının olduğu ve neticesinin de ehli imanın günahlarının silinmesi olduğu anlaşılır. Kafir bu dünyada kısmi iyiliklerinin mükafatını görür.

Maalesef günümüzde yaşanan umumi musibetlerde bu temel ve anlaşılması kolay prensip pek anlaşılmıyor. Tesettür konusunda, kuraklık konusunda, ekonomik krizler vb umumi musibetlerde ehli imanın kendi hatalarını düşünmek, ne gibi yanlışlar yaptık ki bu musibetlere maruz kaldık diye sormak aklına gelmiyor. Dolayısıyla “Allah bir topluluğun hayrını dilerse onlara kendi kusurlarını gösterir.” (Keşfü’l Hafa,1:81) hadis-i şerifindeki hayra kavuşamıyoruz.


Oysa başımıza bir musibet geldiğinde bu musibet hangi hatalarımız sebebiyle başımıza geldi diye sorarsak daha derinleşmesi muhtemel olan hatalarımızı fark eder ve terk ederiz. Böyle olunca da vazifesi bizi uyarmak, yanlıştan vazgeçirmek olan musibet vazifesini bitirmiş ve sevabını bırakmış olarak gider.

Ama biz kendi hatalarımızı görmez suçu sadece başkalarında ararsak, işi bitmeyen musibet gitmez ( zahiren gitmesi çok kolay görünse de) gitmez, çünkü yanlışı fark ettirme ve düzeltme işi bitmemiştir. Veya ikinci ve daha tehlikeli bir ihtimal biz ders almadığımız halde gider, kapılar açılır ve biz boğuluruz.

Daha açık konuşmak gerekirse özellikle 80 sonrası dönemde dünyanın cazibesi arttı. Ehli imanda bu cazibeye kapılıp dünya ya daldı. Haram-helal hassasiyeti azaldı. Dünyevi istikbal uğruna hiç te dine uygun olmayan şartlarda kız çocukları okullara gönderildi. Tesettür yasağı yoktu ama şartların dini hassasiyeti olanlar için uygun olduğu da söylenemezdi. Dinde hassas takva ehli birinin karma okullarda mezuniyete kadar ne kadar değişebildiğini gördük.

Yaşanan krizlerle ehli iman iktidardan, dünyevi makamlardan soğutulmayıp, ders verilmese ve ekonomi Avrupa seviyesine gelse idi sanırım çoğumuz evimizin yolunu unuturduk. Şu an yaşanan kredi kartları problemleri, israf sonucu yaşanan aile faciaları ne boyutta olurdu kim bilir.

Biz mevcut durumda okumanın ne kadar dine uygun olduğunu, pek konuşmadık. Dini sırf Allah rızası için öğrenmenin gerektiğini, diğer ilimlerinde islama uygun nasıl verilebileceğini pek konuşmadık. Kader bizi oralardan uzaklaştırmakla bize yardım etti.

Ama biz oralarda ne gibi islama uymayan hatalar yaptıkta başımıza bunlar geldi deyip ders alıp, düzeltme yerine alet olanları suçluyoruz. Kaderin olaydaki hikmetini, rahmetini göremiyoruz. Kaderin hissesini göremeyince de zahiren tüm şartlar hazır gibi görünse de niçin olmuyor diye kendimizi harap ediyoruz. Tüm zahiri şartlar olumlu göründüğü halde kapı açılmıyorsa burada düşünmemiz gereken dersler, almamız gereken mesajlar yok mu?

Oysa mü’min başa gelen her musibette önce kendi kusurunu görmeli, kaderin niçin fetva verdiğini sormalı, böylece ders alıp hatalarını düzeltmeli. Bu yapılırsa musibet kalkmasa da hayır olur, ikram olur, kazanç olur. Kalkınca da hatalardan ders alınmış olarak en güzel şekilde istifade etmiş, yanlışlara karşı bilinçlendirilmiş olur.

Aksi halde Allah korusun ( ders alınmadığından bu haliyle kalkması hayır olmadığı için kalkmayan) musibet niçin kalkmıyor diye ümitsizliğe, şevksizliğe düşülür, hatta isyana kadar gidilebilir. Kalksa da gerekli mesajlar okunamadığından aynı yanlışlara zafer sarhoşluğu ile daha fazla düşülüp dünyada insan boğulabilir.

O yüzden ciddi bir Müslüman musibetlerde beşerin zulmünden ziyade kaderin adaletine yoğunlaşmalı ki, musibetler ona her an yanlış yapmaya meyilli olan nefsi ikna ve terbiye etme konusunda bir yardımcıya dönüşsün. Her olay onu hayra doğru yolculuğuna artan heyecanla sevk etsin. Tıpkı Bediüzzamanın hapsin en zor günlerinde yaşadığı ve talebelerine tavsiye ettiği gibi. “

Aynı hadisede insan zulmeder, fakat kader adildir, adalet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adaleti ve hikmet-i İlahiyenin sırrını düşünmeliyiz

Aksi halde insan ümitsizliğe düşüyor, şevkini yitiriyor. Hiçbir tesiri olmayan sebeplerde olağanüstü güç vehmediyor. İtikatına zarar verebiliyor.

Kainatla Tanışmak


Bir odaya girdiğimizde herkes bir iş ile meşgul ise, birisi çay yapıyor, diğeri etrafı süpürüyor, öbürü masaları siliyor olduğu halde biz uzun süre onları seyrederek boş boş oturabilir miyiz? Veya onlar bize niye sen boş oturuyorsun bize katıl bir şeyler yap demez mi ? Biz de madem herkes bir şeylerle meşgul, ben de bir şeyler yapayım demez miyiz?

İnsan sosyal bir varlık. Etrafından etkilenmemesi mümkün değil. İnsanın kâinatta her an iç içe olduğu sayısız mahlûkattan her an etkilendiği muhakkak. Bu etkilenme doğru şekilde olup her an onun istifadesine de dönüşebilir; veya yanlış şekilde olup her an ruhuna sayısız elemler de yağdırabilir.

İnsanın kainattan doğru etkilenip dolayısıyla doğru şeyler yapma konusunda ondan her an destek alması nasıl olacak?

Kişi eğer islamdan habersiz ise fıtratın ve vicdanının sesini dinleyip kâinatta hiçbir şeyin vazifesiz, başıboş olmadığını fark edip kendisinin de vazifelerinin olması gerektiğini düşündüğünde önüne kapılar açılacaktır.

İslamdan haberdar birisi ise zerrelerden, yıldızlara kadar her mahlukatın vazifelerinde çalışmasını fark edecek. Allah’ın emirlerine uymanın ibadet olduğunu ve tüm mahlukatın Allah’ın emirlerine harfiyen uymakla ibadet ettiklerini, manen Bismillah dediklerini anlayacak. Bunu anlaması için de kendisi Bismillah diyecek.

Bismillah demekle kainatla tanışma, kainatla dost olma, girişteki örnekte olduğu gibi kainattan doğru etkilenme başlayacaktır. Besmele bir anahtara dönüşecektir. Zerrelerin, hücrelerin, ağaçların, hayvanların, yıldızların her an gayretle çalıştığı dünya evinde ben de onlara uymalıyım, kenarda yalnız başıma kalmamalıyım diyecektir. Böylece en önemli görevi olan kulluk faaliyetleri konusunda, kainattan muazzam bir yardım ve destek alacaktır.

Bismillah demekle Allah’ı hatırlayan kainatın ibadetiyle tanışır. Kainatın ibadetini ve o yolda gayretle, şevkle çalışmalarını fark ettikçe kendi ibadetini arttırır. İbadetini arttırdıkça kainatın ibadet konusundaki titizliliğini ( vazifesini yapmadaki ciddiyet ve hassasiyetini) daha fazla hisseder. Namazla, oruçla, zekatla, hacla tanışır. Böylece sonu cennet olan nimetlere artan heyecanla kavuşmaya devam eder.

Tüm kâinatın kulluğunu fark etmesi, kendisinin de kulluk vazifelerinin olduğunu hatırlaması ve yapma konusunda gayretinin artması Bismillah demesine bağlı. Bismillah demekle Allah’ı hatırlamayan kâinatın bismillah dediğini fark edemez. Her şeyi başıboş, kendi menfaati için çalışan düşmanlar olarak görür. Onlardan yardım alamadığı gibi, sürekli onlardan elem, acı alma şeklinde etkilenir.

Ömrümüzün çok kısa, lüzumlu işlerin çok olduğu dünya hayatında, dünyanın artan cazibesine aldanmayıp, nefse uymayıp asli işimiz olan ibadete devam edebilmek için her an, hem alırken hem verirken Bismillah demeye, kainatın besmelesini fark etmeye ve kainattan yardım almaya çok muhtacız. Ve bir inci sözdeki nasihate kulak vermeliyiz.

Mâdem herşey mânen, "Bismillâh" der, Allah nâmına Allah'ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi, "Bismillâh" demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gàfil insanlardan almamalıyız.”

15 Ocak 2008 Salı

İmtihan Düzeni


Çok sık sorulan bir sorudur. İslam ülkesinde doğanlar islamı doğuştan öğreniyorlar. İslam'a uzak diyarlarda doğanlar İslami kabul etmeden gidenler, cehenneme gidiyorlar. Bu durum adaletsizliği netice vermiyor mu? İslam ülkesinde doğanlar daha avantajlı konuma alınmış olmuyor mu?

Bu soruya çok farklı cevaplar verilebilir. Ben öncelikle bu tür soruları soran kişilerin sahip olduğu muhtemel yanlış bazı kanaatleri paylaşmak istiyorum.

Soruyu soran zannediyor ki islam ülkesinde doğmak, islama taraftar olmak, kimliğimizde dini islam yazıyor olması cennete gitmek için yeterli. Ne kadar günahımız çok olsa da, cehennemde bir süre kalırız geç de olsa cennete gideriz. Bu kanaatlerine kendilerine göre ciddi delilleri vardır. Mesela kim gönülden bir defa La ilahe illallah dese cennete girer mealinde hadis var derler.

Oysa diğer hadisler ve ayetlerin tefsirlerine bakıldığında cennete girmeye vesile olacak imanın, belli bir seviyeye ulaşması gerektiği aksi halde sekerat anında imanın kaybedildiği ve imansız giden bir insanın ebediyen cennete giremeyeceği anlaşılıyor. İman edenin imanını koruyamayarak kaybedebildiğine dair örneklerde kur'anda bize sunuluyor.

(Ey müminler! ) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Bakara 214

Çünkü niceleri: “Biz Allah'a ve Resulüne inandık ve itaat ettik” derler de sonra onlardan bir kısmı, buna rağmen geri dönerler. İşte bunlar mümin değildirler. Nur 47

İslama ulaşmak için inanmayanın ne kadar terlemesi gerekiyorsa, aynı miktarda hatta belki daha fazla inananın imanını koruma ve geliştirme için terlemesi gerekiyor. İslam beldesinde doğanın işi daha kolay değil. Biz öyle zannediyoruz.

Allah her insana imtihan için kullanması gereken cihazlar vermiş. Her insanın bu cihazları kullanması gerekiyor ve bu cihazları kullanmak için islamla tanışmış olmak gerekmiyor. Allah her insanı merak etmesi, Allah'ı araması için sayısız şekilde tahrik ediyor. Sayısız nimetler dokundurarak, korkular yaşatarak, musibetler dokundurarak hem cezp edip çekiyor, hem tahrik edip itiyor.

İnsandan benim üzerimde ve kainat üzerinde bu kadar çok muameleleri yapan kim diye sormasını istiyor. Sorana bilemeyeceğimiz şekilde kapılar açılıyor. Nimetleri ve musibetleri ummadığımız yerden gönderen böylece yalnız O'nun verdiğini anlamamızı kolaylaştıran Allah; nimetlerin en değerlisi olan hidayet nimetini de umulmadık şekilde nasip ediyor.


Allah’ın hiçbir fiili bize benzemediği gibi kurduğu imtihan düzeni de bizim imtihanlarımıza benzemiyor. İnsanların sınavlarında, 10 dersten ancak 2-3 derse branş öğretmenlerinin girebildiği okulda okuyanlar ile her derse alanında uzman öğretmenlerin girdiği, bunun yetmeyip en seçkin hocalardan özel ders alanlar aynı sınava giriyor, aynı sorular soruluyor ve belli puanı alan sınavı geçiyor.

Oysa ahiretle ilgili imtihan böyle değil. Kimsenin diğerine bakıp aynen kopya edemediği, herkese özel soruların sorulduğu ve herkesten kendi seviyesine uygun ve verilen nimetlere göre cevaplar beklendiği bir imtihandayız. Benzer durumda olan iki şahıstan birisinin a seçeneğini tercih etmesi gerekirken, diğer şahsın b seçeneğini seçmesi gerekebiliyor.

Allah herkese ayrı ve özel bir dünya kurmuş. Ve kişi fıtratının sesini dinleyip Allah’a yöneldiğinde Allah zahiri ve aleyhte görünen şartları tarif edemeyeceğimiz şanına yakışır şekilde lehe döndürüyor. İnsan kıymetini bilmediğinde ise en avantajlı sanılan durum onun aleyhine dönebiliyor.

Fıtratının sesini dinleyen, vicdan penceresiyle kalbine yağdırılan delillere direnmeyene Allah, bilemeyeceğimiz şekilde yollarını açıyor. İhtida öykülerine baktığımızda bunun birçok örneğini görüyoruz. Adresine yanlışlıkla ( ilahi sevkle ) islama ait kitap gelen, internette islama dair merak ettikleri sorulara cevap bulan, okuluna Müslüman bir arkadaş yerleştirilen vs. onlarca örnek saymak mümkün.

Özetle Allah ehadiyet tecellisi ile her bir kuluna ayrı ses, ayrı sima, ayrı nimetler verdiği gibi, nimetlerin en değerlisi olan hidayet nimet için de her kuluna her an sayısız deliller dokunduruyor. Kişiye özel sorular soruyor. Bediüzzamanın muhteşem ifade ettiği gibi “Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine layık bir kelam-ı ezeli ile konuşuyor.” Şualar 7. şua. Kişilerin haberlerinin ne olduğu bu dünyada ortaya çıkıyor.

10 Ocak 2008 Perşembe

DAİMİ HASTALIK




Günah Yazıları 05




Bir yazarın eserini anlamak için çaba sarf ederken, o yazarın daha önce okuduğumuz eseri bize yardımcı olur. Çünkü her ikisi de aynı yazarın kaleminden çıkmıştır ve benzer özellikler arz eder. Bize daha kolay gelen veya kendimize yakın hissettiğimiz eserinden daha anlaşılması güç eseri hakkında bilgi sahibi olabiliriz.

Rabbimizin anlamakta bazen zorlandığımız manevi alemlere ait emirlerindeki güzellikleri fark etmemize, maddi alemdeki eserleri yardımcı olur. Bu sırdandır ki, Allah’ı ve ahireti tanıtmak için Kur’an bizi sık sık kainat üzerinde düşünmeye davet eder.

Rabbimizin iki tür emirleri vardır. Birincisi tekvini emirler. Maddi aleme ait herkesin uymakla mükellef olduğu kanunlar. Uymayan cezasını peşinen görüyor. Yüksekten atlayan ayağını kırıyor. Aşırı soğuk su içen hasta oluyor.

İkinci tür emirleri ise, iradi emirleri. Bilhassa insanın manevi hayatına dair Kur’anda ve sünnette yer alan emirler. İmtihan sırrı gereği uyma konusunda insan serbest bırakılmış ve uymamanın neticesini, zararlarını fark etmek yine iradeyi gerektiriyor. İnsan hem maddi vücudu hem manevi vücudu bünyesinde barındırdığı için her iki tür emirlere de muhatap.

İki emir de aynı Zat’ın emirleri olduğu için, nefsimizin tahakkümüyle anlamakta zorlandığımız manevi emirlerin hikmetlerini, güzel manalarını, sonuçlarını maddi âleme bakarak anlayabiliriz. Maddi âlemin numunelerini barındıran ve bize çok yakın olan vücudumuza bakıp manevi hayatımıza dair dersler çıkarabiliriz.

Nitekim Bediüzzaman bu alakaya dikkat çekiyor ve kâinatı bir kitaba benzetiyor ve Kur’an için kitab-ı kebir-i kainatın tercümanı tabirini kullanıyor. “Kur'ân'ın âyetleri birbirini tefsir ettiği gibi, bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor. Meselâ, maddiyat âlemi Cenab-ı Hakkın envar-ı nimetini cezb etmek için hakikî bir ihtiyaçla şemse muhtaç olduğu gibi, âlem-i mâneviyat dahi rahmet-i İlâhiyenin ziyalarını almak için şems-i nübüvvete muhtaçtır” diyor.

Basit bir adımla başlayan, ebedi helaketle sonuçlanan günah konusunu anlamak için sık sık maddi âlemimizden örnekler vereceğiz. Günahlar dünyada ve ahirette daimi hastalıklardır. Her tedbir alınmayan maddi hastalığın insanı öldürmesi mümkün olduğu gibi tedbir alınmayan manevi hastalıklarda ( günahlar ), çok daha cami ve ebedi olan manevi hayatı öldürür.

Kendisine emanet edilen aletlerin değerini bilmeyen ve yerinde kullanmadığında ceza verecek merciinin kudretini, ciddiyetini anlayamayan insan vazifesine dikkat etmez. Vazifesine dikkat etmeyip ona yoğunlaşmayınca boş kalır. Boş kalan insanın canı sıkılır. Kendisine yapacak iş arar. Lüzumlu işi bırakan da o boşluğu lüzumsuz hatta zararlı işlere ayırmak zorunda kalır. Kumar, alkol, sigara ve benzeri alışkanlıkların öncesinde durum hep budur. İnsanlara zarar vermeyi amaçlayan örgütlerin, elemanlarını hep işsizliğin yoğun olduğu yerlerden temin edebilmeleri bu yüzdendir. “Sıkıntı sefahetin muallimidir,” sözü bunu ifade eder.

Aynı şekilde kendisine takılan cihazların ve dolayısıyla vazifesinin ehemmiyetini anlayıp hayırda ciddiyetle kullanmayan, Allah’ın emrine kâinatın titizlikle uyduğunu fark edip azameti anlamayan, geçmiş kavimleri hatırlayıp emirlere uymadığı takdirde uğrayacağı azabı düşünmeyen ve böylece zamanı ve vücudu kendisine ait sanan vaktini hayırla doldurmuyor.
Fıtratının ve kıymetli cihazlarının gıda talebi karşısında sıkılan insan, istenen fıtri gıdayı ( ibadet ) vermek yerine, uyuşturucu özelliği olan eğlence ve tüketimi tercih eder.

Bu çözüm arayışı ise deva olmadığı gibi bilakis hastalığı şiddetlenir. Hastalık şiddetlendikçe uyuşturucu miktarı arttırılır, o arttırıldıkça hastalık şiddetlenir. Bu kısır döngü en sonunda insanı helake götürür.

En kolay ve fıtri ve sağlıklı yol olan perhiz ( fıtri beslenme) ve spor ( faaliyet) ile tedavi olmayan, vücudunda da sıkıntı olarak kendini belli eden belirtilere uyuşturucu olan ağrı kesici ile karşılık veren insan tedavi olmuş olmaz. Bilakis hastalığı fark etmeyi geciktirerek erken teşhis imkanından mahrum kalır ve ölümü yaklaştırır.

Aynı şekilde en kolayı olan, helal ( perhiz) olanla yetinmeyen ve ibadet etmeyen ( faaliyet) sıkıntılara düşer ve çözümü fıtrata yönelmekte değil de uyuşturucu özelliği olan, eğlence, sefahet, tüketim, oyun vs. de ararsa manevi ölümünü yaklaştırır.

Galiba en kolayı gönüllü terlemek, aksi halde çok daha fazla terleriz ama geç kalmış olabiliriz. Buna bir sonraki yazıda devam edelim.

Kainata Hürmet

Namaz Yazıları 02
İnsan kainat ağacının meyvesi. İnsanın maddi vücudunda maddi alemlerin numunesi saklı; manevi vücudunda ( kalp, ruh, latifeler vs) ise, manevi alemlerin ( misal, levhi mahfuz, ahiret alemleri) numuneleri var.

Bir gün tüm zamanların özünü içinde barındıran bir özet. Yılın, insan ömrünün, kainatın ömrünün özeti bir güne yerleştirilmiş.


Namaz tüm mahlukat türlerinin tüm ibadet çeşitlerini içeren nurani bir fihriste. Kıyamla dağların, ağaçların, rükuda dallarını eğmiş meyveli ağaçların, secdede dört ayaklı ve sürünen sayısız canlıların ibadetleri bize hatırlatılır. Yine namazda yemeyerek oruç, vaktimizi infak ederek zekat, kabeye yönelerek hac vs. bütün ibadet türleri hatırlatılır.

Namazın her rekatında okunan fatiha ise, Rabb’imizin tüm zamanlardaki tüm insanlara hitap eden ezeli kelamının ihtiva ettiği sınırsız manaların özeti hükmünde.

İşte namazda muhteşem buluşma gerçekleşir. Kainatın şeref misafiri, efendisi olan insan namazda başta Rabb’iyle, kainatla, kendisiyle tanışıyor. Vazifesini, kıymetini, önemini, mahiyetini fark eder, öğrenir.

İnsana tüm kâinatın numunesi yerleştirilmiş. İnsan kendisindeki bu numuneleri tanımakla kâinatı tanıyabilir. Dış âlemdeki her bir nesnenin enfüsi âlemde bir karşılığı vardır ve insan bu vesile ile kâinatı tanır. İnsanın dış alemi doğru anlaması kendisinde olan numuneyi anlamasına bağlı. Kendisinde olan numuneyi doğru anlaması onu doğru kullanmasına bağlı.

Herkes âlemi kendi penceresinden görür. Neşeli ise herkesi neşeli, üzgün ise herkesi üzgün sanır. Kendisi Rabb’inin emrine itaat eden tüm kâinatın itaatini, kulluğunu görür. Tüm kâinatın kulluğunu namazıyla gören:

1- Sayısız mahlûkatı kulluğuna şahitlik yapar. Onları namazında temsil eder. Onların sevabından hissedar olur. Kendi amelinden milyonlarca kat fazla sevaba kavuşur.

2- Kâinatın kulluğunu fark eden kulluk konusunda kendi nefsine söz dinletme konusunda yardım alır. Nefsine güneşin büyüklüğüne, ateşine güvenemeyip itaat ettiği, zerrelerin küçüklüğüne güvenip gizlenemediği ve aradaki sayısız mahlûkatın harfiyen itaat ettiği azameti şiddetli Zat’a sende kulluk etmelisin der. Her şey ona yapması gerekeni hatırlatan, ikaz eden bir dosta dönüşür.

3- Allah’ın hikmeti gereği emrine verdiği mahlûkata, izin dışında müdahale etmek isteyen nefse, onlar çok önemli vazifeler ifa eden memurlar, onlar her an Allah’a kulluk sunuyorlar der. Onların hakkına hürmet eder ve ahirette sayısız mahlukata hürmetsizlik edip, kendisinden davacı etmekten korunur.

4- Yine sayısız mahlûkatın da Allah’ın emrinde olan, kendisi gibi aciz kul olduklarını fark eder. Onlardan korkup karşılarında titremekten, ihtiyaçlarını onların karşılayacağını sanıp onlara minnet etmekten korunur.


Demek, namazına dikkat eden tüm mahlukatı kendisinden davacı etmekten korunacağı gibi, tüm mahlukatttan yardım alır, onların sevabına hissedar olur. Bu durum her halde 10 milyar borcu olanın borcunun silindiği gibi 10 milyar hediye edilmesine ve verilen hediyenin taşınmasında ve kullanılmasında yardımcı olunması gibi bir durum.

7 Ocak 2008 Pazartesi

Nuh'un Gemisine Binmek


Kur'anı kerimdempeygamber kıssaları çok yer tutar. Kur'an'ın yaklaşık yarısı peygamber kıssalarına ayrılmıştır. Elbettebu bilgiler tarih bilgisi ya da genel kültür olsun diye değildir. Kur'an her asırdaki her insana hitap ettiğine göre her insana dönük, her insanı ilgilendiren mesajlar içerir. Peygamber kıssalarında da her insanı dolayısıyla günümüz insanını ilgilendiren mesajlar vardır. Yusuf suresinde bu husus açıkça geçer. " akıl sahipleri için peygamber kıssalarında ibret vardır."


Ayetin de belirttiği gibi kıssalardan ibret almak akıl sahibi olmayı gerektiriryor. Rabbimizin idrakinden aciz olduğumuz hikmet ve adaletinin kemal tecellisi, herkese özel imtihan şartları hazırlamış. Kimsenin imtihanı diğeriyle tıpa tıp aynı değil, benzer ama aynı değil. O yüzden kimse diğerine bakıp kopya çekemiyor. Aklını kullanıp ibret alması gerekiyor.


Örneğin nuh tufanını okuyan günümüzde tufan olmadığını, dolayısıyla denizler büyüklüğünde dalgaların olmadığını düşünüp bu kıssanın kendisine hitap etmediğini düşünebilir. Oysa günümüzde nuh tufanının benzerleri hep yaşanıyor. Ve bu dalğalarda her gün binlerce insan boğuluyor. Zenginlik, fakirlik, hastalık, musibet, deprem bir dalgadır. Bu dalgalar insanları boğabilir de, insan dalgalar üzerinde yüzebilir de.


Bazı ekonomik krizde çoğunluk iflas ettiği halde, tedbirini alan aklını kullanan bazıların karını arttıdığı, işini büyüttüğü görülür.Aynı olay bazılarını boğarken, bazıların yükselmesine vesile olmuştur. Aynı kanun manevi hayatta daha yoğun bir şekilde cereyan eder. İnsanın sürekli maruz kaldığı dalgalar onu boğabilir de, büyük sıçramalar yapmasına vesile de olabilir.


Nuh tufanında Hz. Nuh'a iman eden ve O'nun gemisine binen denizin dağlarvari dalgalarında boğulmadığı gibi, gemilerinin üzerinde Allah'ın kudret manzaralarını hayret ve ibretle syretmişlerdir. Peki, günümüz dalgalarında boğulmayıp üzerinde yüzmek ve o dalgaları ibretle seyredecek bir emniyet ve sukunet gemisine binmek nasıl olur. Bu sorunun cevabını Bediüzzman 1. lem'ada veriyor." Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'an-ı Hakîm'in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın"


Bize dokundurulan her dalğa içerisinde cemal de barındırıyor. Söz geçiremediğimiz nefsi dizginlemek, uymakla saadeti yaşadığımız kalbimize güç vermek için ilahi bir yardıma dönüşebiliyor. Başına gelen her hadiseyi Kur'anın nuruyla okuyup en güzel şekilde istifade edenlere ne mutlu.

6 Ocak 2008 Pazar

KAZANIRKEN DE TÜKETİRKEN DE TÜKENMEK

Kainatta herşey varlık gayesini yerine getirmekle değer kazanıyor. Ve bu vazifesine uygun davrandığı oranda lezzet alıyor. Gözler gördükce, ayaklar yürüdükce, kuşlar uçtukca mutlu oluyorlar. Onları vazifesinden alıkoymak onlara azap oluyor.

İnsan dışındaki varlıklar imtihana tabi olmadığı için varlık gayelerine uygun olarak sevki ilahi ile çalıştırılıyorlar. Çok mutlu oldukları her hallerinden anlaşılıyor.İnsanın ise imtihan sırrı gereği vazifesini aklını kullanarak, vahye kulak vererek öğrenmesi ve ihtiyarıyla yerine getirmesi gerekiyor.

Yapan bilir, bilen konuşur kaidesiyle insanı yaratan ve en iyi bilen Rabb'i ona yerine getirmekle en mutlu hali alacağı vazifelerini peygamberleri ve kitapları aracılığıyla bildirmiş.
İnsanların en fazla önemsediği ve en fazla vakitlerini ona sarf ettikleri rızık edinme ve tüketme konusunda da insanın vazifelerini bildirmiş. En fıtri dolayısıyla en lezzetli şeklini bize öğretmiş.

Kainatta aslolanın maddi lezzetler (istifade) olmayıp, kalbe ve ruha ait olan manevi lezzetler, iltifatlar (istifaze) olduğunu anlamayan insanlar, rızkı ararken de tüketirkende aslında tükeniyorlar.

Allah insana verdiği asıl vazifeye vesile olan işleri gördürmek için o vazifeyede (yeme, içme, çoğalma, uyuma vs.) bir lezzet koymuş. Ama o işler asıl iş olmadığı gibi, lezzetler de asıl lezzet değil. Asıl işe yardımcı olan ara işler. Asıl olmayan bu lezzetler, cüzidir, kısa sürelidir, az miktarla tatmin edilir. Ve ihtiyaç haline gelmezse o az olan lezzeti bile temin etmez.

Mesala insan acıkmadan yemekten lezzet alamaz ve açlığında ise bir kaç lokma ile doyar. Onun sonrasında yemek ısrarı işkenceye dönüşür. Asıl olanın, daimi olanın, tatmin edildikçe ihtiyacın dolayısıyla lezzetin arttığı tüketimin kalb ve ruha ait olduğunu bilmeyenler kalb ve ruhun kesintisiz gıda ihtiyacını ( lezzet alma, mutlu) karşılamak zorunda kalır. Bildiği en lezzetli şeyleri daha fazla tüketmekle daha fazla lezzet alacağını zanneder. Susuzluktan yanan mideye yağlı yemek yedirmek çare olamayıp bilakis susuzluğu arttırdığı gibi, cismani tatmin arayisları insanın açlığını arttırır. Kalb ve ruha ise gıda olamaz.

Nefsin aslında çok az olan ihtiyaçları, gereğinden fazla yerine getirildikçe şımaran, azgınlaşan nefis daha fazlasını ister. Nefsi doyurmaya çalıştıkça onun açlığı artar. Kazandıkça yeni istekler üretir fakirliği artar. Nefsin artan isteklerini yerine getirmekle mutlu olacağını sanan, gerekmediği halde daha fazla çalışmaya veya haram yollarla zengin olmaya çalışır. Böylece kazanmaya çalışırken asli işlerini ihmal eder, çok yıpranır, ailesini, ruhunu ihmal eder. Kalb ve ruhunu yaralayarak aslında tükenir. Kazandığı paraları açlığı artan nefsin istekleri doğrultusunda harcar, israfa, günahlara dalar yine tükenir.

Hasılı, Allah'ın çizdiği sınırların en güzel, en mutlu edici olduğunu fark etmeyen, asıl olmayanı asıl zanneden, daha fazla tüketmekle daha mutlu olacağını sanan dünya da bile mutlu olamıyor. Gereğinden fazla alınan ilaç zehir olduğu gibi, gereğinden fazla cismani lezzetler hayatı zehire çeviriyor. Hem kazanırken tükeniyor hem kazandığını tüketirken tükeniyor.

Aslonanın, önceliği olanın kalp ve ruhun ihtiyaçları olduğunu ve cismani tüketiminde kalp ve ruhun devamına hizmet ettiği için lezzetli olduğunu ve onların asıllarını hatırlatan, asıllarına teşvek eden numune olduğunu fark etse, maddi nimetlerden istifadesi de manevi lezzetlere (istifaza) dönüşecektir.

3 Ocak 2008 Perşembe

SATHİ NAZAR

Günah Yazıları 04

Bir nesne veya olay uzaktan bakıldığında, nefse bakan yönüyle olduğundan güzel görünür. Çünkü uzaktan sadece ana hatlar görünür, o asıl şeyin değerini belirleyen detayları nefis görmek istediği ve sevdiği şekilde tamamlar. Sonra detaylara vakıf olduğunda işin aslının hiç de öyle olmadığı anlaşılır. Ve insan yakınındaki şeylerin kötü taraflarını öne çıkarıp, güzellikleri fark edemeden, uzakta olanları ise güzel zannederek boşu boşuna imrenip üzülerek hayatını geçirir.

Mesela bir meslek sahibi kendi mesleğinin sadece olumsuz taraflarına yoğunlaşır ve güzel kısımlarını görmez. Arkadaşının mesleğinin ise olumsuz taraflarını görmez, hep olumlu yanlarını düşünerek özenir ve kendi hayatını mutsuz geçirir. İlginçtir ki, özenip mutsuz olduğu arkadaşı da kendi mesleğine özenmektedir ve mutsuzdur. Veya aynı şeye kavuşan kavuştuğu için, kavuşmayan kavuşamadığı için sathi bakıp, olumsuz yönlerine odaklanıp mutsuz olur. Dışı seni içi beni yakar sözü bunu ifade eder. Meşhur fıkrada yaşanan olay birçok farklı şekilde yaşanmıştır. Birisi sevdiğiyle evlenemediği için aklını yitirmiş akıl hastanesine düşmüş ah çekmektedir. Bir süre sonra üst ranzaya ah çekerek söylenen yeni bir hasta gelir. Tanışırlar gelen kişinin kendisinin evlenemediği kızla evlendiği için mutsuz olduğunu ve aklını yitirdiğini fark eder. Örnekteki kız yerine, erkek, araba, ev, makam, iş vs. birçok imtihan unsuru konabilir.

Yine bazı insanların hayatlarının günlerinin veya ömürlerinin belli bir kısmını görürüz. O andaki mutlu görünen hallerine imreniriz, göremediğimiz zamanlarda da öyledirler zannederiz. Oysa sair vakitlerde ve ileriki yaşlarda, yapılan yanlışlar büyük felaketler netice vermiştir fark edemeyiz.

Hatta uzaktan, sathi nazarla bakıldığında bir olay, tam tersi şeklinde algılanabilir. Mesela ölümcül bir hastalığa yakalanan birisini doktorların tedavi edip hayata döndürme amaçlı ameliyat faaliyetini, cehaletle ve sathi nazarla bakan sevdiğinin öldürülüyor olduğunu zannedebilir.

Bu müthiş zararlarından dolayıdır ki Bediüzzaman “nazar-ı sathi zulümattır” der. Sayısız çelişkileri ve imkansızlıkları içeren inkarı insanların nasıl kabul ettiği sorulduğunda “ onlar mesleklerinin içyüzünü görememişler, şeytan uzaktan baktırmakla onları kandırmış, uzaktan bakınca muhal mümkün görünür” mealinde cevaplar verir.

Aynı şekilde günahlarda sathi bir nazarla bakıldığında cazip görünür. Oysa insaflı bir nazarla derinlemesine bakıldığında günahın içinde cehennemin yakıcı azabının tohumları saklı olduğu fark edilir. Bediüzzamanın tabiriyle “ günahlar zehirli bir baldır ”. Dışı güzel süslenmiş bir bomba gibidir. Paketin cazibesine aldanan kutuyu açan felaketlere uğrar.
Salih amellerde ise imtihan sırrı gereği görünüşte bir yük ve külfet vardır. Ama içerisinde kalb ve ruhu iki cihanda ebedi saadetlere kavuşturan lezzetler gizlidir. Salih amel mütevazi giyinmiş ama ilim, şefkat ve cömertlik gibi her güzel vasfı taşıyan candan bir dosta benziyor.

Mü’minin gerek Salih ameldeki lezzeti, gerek günahlardaki elemi fark etmesi için sathi bakıştan kurtulup, derinlemesine, hikmet nazarıyla bakması gerekiyor. Dış görünüşe ve anın cazibesine aldanmayıp derinlemesine ve neticelerine vakıf olması gerekiyor. Ama bu yolculuk kolay bir yolculuk değil ve maalesef çokları kaybediyor. Bu yolculuğun zorluğu kütüb-ü sittede geçen şu hadiste kolayca anlaşılıyor.

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Allah Teâla Hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril aleyhisselâm'a: "Git ona bir bak!" buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: "(Ey Rabbim!) Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek!" dedi.

(Allah Teâla Hazretleri) cennetin etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra: "Hele git ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da: "Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!" dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrail'e: "Git, bir de şuna bak!" buyurdu. O da gidip ona baktı ve: "İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse ona girmeyecektir!" dedi.

Allah Teâla hazretleri de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da: "Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman: "İzzetine yemin olsun, tek kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorum!" dedi."

Bu hadis bize açıkça ders veriyor ki cennete giden yolda çok engeller var ve takılmamak için dış görünüşüne aldanmamalıyız. Ve cehenneme giden yoldan kendimizi korumak için cazip görünen günahlara aldanmamalıyız.

2 Ocak 2008 Çarşamba

ŞEFAAT NİMETİ

Lugat manası yardımcı olmak vesile olmak manasına gelen şefaat kavramı ifrat ve tefrit anlayışların fazlalaştığı günümüzden nasibini almış hakikatlerden birisi. Cahilliğin hakim olduğu bazı insanlarda sebeplere ve insanlara şirk kokan, vesilelikten fazla makam verilerek şefaat izninin sebeplerin tasarrufunda olduğu sanılır. Allah’a karşı olan vazifeler çok akla getirilmez. Amel olmasa da kişiyi sevmenin yeterli olacağı zannedilir. Hiristiyanların hz. İsa (as) sevgisinde bu durum kolaylıkla fark edilir.

Bu tefrit anlayış, her tefritte olduğu gibi ifrat anlayışı netice verir. Kur’anda şefaat izni açıkça geçtiği halde (ta-ha 109), ifrata kaçıp şefaat iznini inkar edenler çıkar. Oysa Kur’anda geçen ilgili ayetler incelendiğinde şefaat izninin ne kadar makul, hikmetli ve tevhid hakikatine uygun olduğu anlaşılır.

Bu dünya da her türlü iyiliği, ni’meti yaratmak kendisine mahsus olan Rabbimiz, bazı ni’metleri başkalarının vesilesiyle, yardımıyla(şefaatiyle) bizlere ihsan ediyor. Meyveyi ağaç vesilesiyle yiyoruz. Namaza arkadaşımız vesile olabiliyor. Bir işe girmemize tanıdık vesile olabiliyor. Hastalıktan şifa bulmamıza doktor vesile oluyor. Ve tüm bu vesilelikleri Allah takdir etmiş ve O’nun izniyle oluyor ve O yaratıyor.

Mevcut kainattaki Allah’ın tasarrufu ve bu tasarrufundaki güzellikler fark edilince ahiretteki şefaat de kolayca anlaşılır. Ahirette de şefaat izni Allah’ın izniyle, Allah’ın izin verdiği kişiler tarafından ve Allah’ın izin verdiklerine karşı kullanılacak. Allah’a itaat etmeyen inkâr ehlinin şefaat talebi kabul edilmeyecek. Şefaat etmek veya edilmek öncelikle O’nun rızasına bağlı.

O zaman bize düşen şefaat izninin verilmesinin hikmetleri üzerine düşünmek. Kur’an’dan ve hadisten hikmetleri sorulduğunda tefrit ve ifrata düşenlerin zannının aksine şefaat izninin içerisinde ne kadar güzel manalar, hayırlar, lütuflar barındırdığı anlaşılacak.

Şefaat izninin Allah’ın izniyle ve Allah’ın razı olduğu kullarına verildiğini ve yine Allah’ın rızasına uygun yaşamaya çalışanların şefaatten istifade edeceğini duyan bir mü’minde oluşması gereken düşünce şudur. Şefaate mazhar olmak için şirkten korunmalıyım bu da Allah’ın emirlerine itaat etmekle olur der. Sonra Allah’ın razı olduğu kullara yakın olmalıyım ki onlardan şefaat isteyebileyim bu da onlara benzemekle olur bu da onlarda olan Allah2ın sevdiği sıfatları kazanmamla olur der.

Şefaat haberini duyan bir mü’min tembelliğe düşmez, bilakis Allah’ın razı olacağı kul olma yolunda cesaretlendirilir. Daha dünyada şefaate mazhar olmaya başlar. Mesela dinde lakayt bir mü’min iyi insanların şefaat edebileceğini duyup onlarla birlikte olmaya başlar. Onların güzel halinden istifade eder. Namaza başlar. Sonra Allah’ın bazı güzel hasletleri elde edene (hafız, şehit, Kur’an okumak vs) şefaat etme ni’metini vereceğini duyan o güzellikleri elde etme konusunda cesaretlenir ve elde edebilir. Dinde lakayt birisinin şefaate nail olma niyetiyle başlayan yolculuğu, şefaat edecek kadar yüksek mertebeler elde etmesiyle sonuçlanabilir.

Şefaat izni verilmesinin bir hikmeti de her amelin değerli olabileceği ders verilerek her vesileyle hayırlı amel işlemeye teşviktir. Mesela bir kurumda uzun sürecek ve ciddi işlemeler yapacak birisi başkalarının günlerce yapamadığı işlemleri, küçük bir iyilik yaparak dost olduğu, o kurumda basit bir görevde çalışan bir arkadaşının yardımıyla(şefaatiyle) kısa zamanda bitirebilir.

Bu örnek en ciddi meselemiz olan iman kurtarma meselemizde de küçük amelin olmadığını her amelin ahirette kurtulmamıza veya zannımızdan çok daha büyük mükâfatlara vesile olabileceğini hatırlatmalı. Nitekim bu manaya işaret eden birçok hadis mevcut. ( köpeğe su veren kötü kadının cennetlik olması gibi )

Hulasa her ahiret meyvesinin tohumları burada ekildiği gibi, şefaat edilme/etme ni’meti de bu dünyadaki amellerimize karşılık verilecek. O yüzden bu nimetten istifade etmek için Allah’ın rızasını elde teme, Allah’ın rızasını elde edenleri takip etme (sünnete uyma), Allah’ın razı olduğunu umduğumuz güzel insanlarla beraber olmaya, dost olmaya çaba sarf etmeliyiz.