24 Aralık 2007 Pazartesi

NASIL YAŞAMALI





Dünya da her halimizle imtihan ediliyoruz. Haberleriniz ortaya çıkıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz ( Kur’an 47/31) mealindeki ayeti kerimeden de anlaşılacağı üzere, Rabbimiz bizi çok çeşitli vesilelerle farklı, beklenmedik imtihanlara alıyor. Bu imtihanımız bir derece dünyadaki imtihanlara benziyor. Bazen doğru ile yanlış arasında, bazen birden fazla şık arasında tercih yapmak bazen de boşluk doldurmak gerekiyor.

Bizim imtihanımızın önemli farkı, bütünleme ve telafi imkânının olmaması. İmtihan kaybedildiğinde ebediyen kaybedilmiş olunuyor ve telafi imkânı verilmiyor. Ama bu dezavantaj gibi görünen hal Kur’an ve Mi’racı yaşayan Peygamber Efendimizin gaybdan doğru haberler vermesiyle fazlasıyla telafi ediliyor.

Kur’an da yapılan fiillerin ahiretteki karşılıkları, Allah’ın dünyada kimlerden ve hangi vasıflardan razı olduğu, açık açık ve ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu açıdan aslında imtihan çok kolay çünkü cevaplar belli. Doğru cevabın akıbeti belli, yanlış cevabın akıbeti belli. Bir açıdan herkesin imtihan şartları kendine has ve orijinal olmakla beraber, diğer taraftan güzel insanlardan istifade etme, bir ölçüde kopya çekme de mümkün.

Bir işe karar verirken veya verilen bir kararın uygulanması anında, sürecin Kur’an ve sünnete uygunluğu kontrol edilebilir. Bu konuda zaman zaman uygulamaya çalıştığım, uygulanıldığında pişman olunmayacak kararların verileceğini düşündüğüm iki uygulama örneği vermek istiyorum.

Bir işe başlama veya başlanan bir işe devam konusunda tercih yapmak gerektiğinde şöyle düşünüle bilir. Yaşımız 70 olmuş. Ölüm döşeğindeyiz. Doktorlar akrabalarımıza çare kalmadığını söylüyorlar ve azrailin gelmek üzere olduğunu hissediyoruz. Önümüzde ebedi bir hayat var. Ama onun öncesinde hesap vermek var. Ve ömrümüz film şeridi gibi gözümüzün önünden geçiyor. Olaylara verdiğimiz tepkiler, yapılan tercihler, emanet edilen nimetlerin kullanımı hep gözümüzde canlanıyor. Bazıları bizi mutlu ediyor, onları yapmaktan tarifi imkânsız bir lezzet hissediyoruz. Çünkü birazdan onlara çok ihtiyacımız olacak.

Bazı tercihler ve sonrasındaki uygulamalar ise yüzümüzü ekşitiyor ve ebedi pişmanlığa dönüşüyor. Keşke yapmasaydık diyoruz ama elde çare yok, imtihanı sonlandıran zil çalmak üzere. O an tarifsiz bir pişmanlık yaşıyoruz.

Şu an tereddüt ettiğimiz tercih aklımıza geliyor. Acaba hangi tercih sevincin de üzüntünün de daimileşeceği o anda bizi mutlu edecek. Acaba hangi tercih insanların dışında tüm mahlûkatın hissettiği/duyduğu ve biz duysak iştahımızın kesileceği kabir pişmanlığından korur. O anki halin dehşetini doğru kararın sevincini, yanlış kararın pişmanlığını hisseder de ona göre karar verirsek ebedi pişmanlıklardan korunuruz inşaallah.


Tercih yapmak gerektiğin de yukarıdaki uygulamayı yapabileceğimiz gibi boşluk doldurmaya benzeyen, mevcut durum karşısında ne yapacağımızı bilemediğimiz de şu uygulama yol gösterici olabilir. Benzer olaylar karşısında farklı tercihler ortaya koymuş insanlar incelenebilir. Diyelim sizinle benzer eğitimi almış ama farklı meslekleri seçmiş ve şu anda ömürlerinin sonuna yaklaşmışlar. Ve artık ikisi de ölümü bekliyor. Siz hangisi gibi olmak istersiniz.

Mesela, bir tanesi herkesin rağbet ettiği, cazip, dünyevi imkânları fazla olan ama günahlardan korunmanın zor olduğu bir mesleği seçmiş ama şu an yalnız. Bir süre önce peşinde koşanlar, arayanlar şimdi unutmuş. Eski günlerinden ayrılmanın azbını yaşıyor ve ölim korkusu uykularını kaçırıyor, çünkü hazırlığı az. Diğeri ise pek dünyevi cazibesi olmayan, geliri daha az ama helal kazanç olan bir iş tercih etmiş, haramlardan korunmuş. Etrafında az ama samimi dostları olmuş ve hala o dostları yanında ve onlarla mutlu. Ölümü nispeten güzel görüyor çünkü hazırlık yapmış.

Ve biz o yaşa geldiğimizde mutluluğun ve pişmanlığın daimi olacağı son demlerimizde hangisi olmak istiyoruz ona göre tercih yapmalıyız. Geçici rüzgârlara aldanıp sonunda ebedi pişmanlık çekmemek için zahiri bakıştan kurtulup derin ve faydalı bilgi olan hikmete ulaşmalıyız. Aksi halde Bediüzaman’ın tabiriyle tasavvurundan kalb ve ruhun ürperdiği akıbete düşmekten kendimizi koruyamayız.

AZAMETİ FARK ETMEK


Günah Yazıları 03

Kainatta her şeye yansıyan muazzam bir denge var. Bu denge sanki iki zıt kavram üzerine kurulmuş, eskilerin cazibe ve dafia dedikleri, çekme ve itme kuvveti. Bu kuvvetler atom seviyesinden yıldızlara kadar her alanda cari. Kainat bu iki kuvvet arasındaki muazzam dengenin her an korunmasıyla, değişen şartlara göre ayarlanmasıyla devam ettiriliyor.

Dünya güneşin çekim gücüyle, dönmesinin itme gücü arasındaki muazzam dengeyle mevcut hayata vesile olan yolculuğunu sürdürüyor. Hayvanlar dostlarına sevgi ve düşmanlarından korkma/korunma ile hayatlarını sürdürüyor.

Bu iki kuvvet insanda da muhabbet ve korku kuvveleri şeklinde tezahür ediyor. Hayatımızı etkileyen kararlar bu iki hissiyatın sevkiyle veriliyor. Arasındaki muazzam denge sağlandığı oranda emniyet ve huzura kavuşuyoruz. Evlat ebeveynin muhabbet ve korku konusundaki dengeli davranışlarıyla şımarıp tembelleşmeden ve korkup evi terk etmeden vazifelerini ifa ediyor.

İnsanın tüm hayatı boyunca gerek dünyevi işlerde, gerek uhrevi vazifelerinde dengeyi koruması için her an bu iki histen istifade etmesi ve bu hisler arasındaki dengeyi koruması gerekiyor. Sadece teşvik etmek, mükafat vermek insanı gaflete, tembelliğe sürüklüyor. Sadece korkutmak, tehdit ise insanı canlandıran ümidini kaybettirip ye’se atıyor. İstikameti korumak ve devamını sağlamak için her an havf ve reca arasındaki dengeyi korumaya ihtiyaç duyuyoruz.

İnsanı en iyi bilen Rabbimiz bu fıtratımıza uygun olarak Kur’an’ında hem bizi ahiretteki sayısız nimetleri hatırlatarak hayra teşvik ediyor, hem de cehennem tasvirleriyle nefsimize yönelik günahlardan çekinme konusunda bize dersler veriyor. Bizi hem cennete çekiyor, hem cehennemden bahsederek, cennete doğru itiyor.

Bu iki his Allah’ın emirlerinin cazibesine kapılıp uyma ve günahların çirkinliğini fark edip uzak kalma şeklinde hayatımızda farklı sahada hükmünü icra ediyor. Gerçek bu olmakla beraber, imtihan sırrı gereği Allah’ın emirlerinde bir görünüşte ağırlık, günahlarda ise sahte, sun’i, altatıcı bir cazibe görünüyor.

İnsan günahların bu aldatıcı cazibesine aldanmamak için nefse yönelik celali isimlerin tezahürü olan bir tehdit ve ikaza ihtiyaç hissediyor.

Mesela her insan trafik kurallarına uymanın en başta kendisi için faydalı olduğunu biliyor. Ama uyma konusunda nefse yenik düşebiliyor. Ve bu yenik düşmesi kalbinin nefse mağlup olması yanında kural koyan ülkenin kanunu uygulamadaki ciddiyeti ile de ilişkili oluyor. Bir kişi kanunların kolay ihlal edilebildiği ülkelerde trafik kurallarına uyma konusunda gerekli hassasiyeti göstermezken, aynı insan kanunların sıkı uygulandığı ülkelerde trafik kurallarına harfiyen uyuyor.

Bulunduğu ilkede kanun hakimiyeti ciddi uygulandığı için, sanki kanunlar memleketin her köşesine sinmiş. Gece yarısı da olsa kişiler kendilerini kurallara uymak zorunda hissediyor. Nefsi kalbine galip olsa da ve bu üstünlüğünü, gelişmemiş ülkelerde uygulamaya muvaffak olsa da, gelişmiş ülkede nefis galip gelemiyor. Kanunu ihlal etmeye cesaret edemiyor.

Kendisinin her an kameraların kaydettiğini gören ve kanunların ciddi uygulandığını bilen birisi ihlale cesaret edemediği gibi, Allah’ın zerrelerden, yıldızlara uzanan azametini, kurallarını uygulama konusundaki hassasiyetini, kurallara kimlerin uyduğunu fark etse ihlalden sakınacaktır.

Demek insanların günahlara girebilmesinin mühim bir sebebi de Allah’ın azametini anlayamamasıdır. Zerrelerin küçüklüğüne güvenip gizlenemediğini, milyonlar dünya büyüklüğündeki dev ateş kütlelerinin büyüklüğüne güvenip itaatsizlik edemediğini, emrine uymayan kavimlerin başlarına gelen azap tecellilerini fark etse günah işleyemeyecektir.

Dünyanın artan ve çeşitlenen nimetleriyle palazlanan nefsimize söz geçirmek için, Allah’ın azametini, emirlerinin kâinatta uygulanmasındaki ciddiyeti, her şeyin her an emrine mutlak itaat ettiğini, isyan edenlerin azınlık olduğunu ve hikmete binaen izin verildiğini nefse hatırlatmalıyız.

Kâinatın itaatini ancak kendimiz itaat etmekle fark ederiz. Allah’ın azametinin zihinlerde tespiti ancak ibadetle olur. İbadetimizle kâinatın ibadetini fark ederiz. Kâinatın ibadetini fark edince, Allah’ın azametini fark ederiz. Allah’ın azametini fark edince daha ciddi ibadet etme ve günahtan uzak durma ihtiyacı hissederiz. Böylece en güzel kul olma sürecinde terakkimiz devam eder.

23 Aralık 2007 Pazar

KALBİN GIDASI



Bir ağacın meyvesi onun özetidir. Meyvede ve onun kalbi olan tohumda bir ağaç saklıdır. Dolayısıyla meyvenin tüm ağaçla bağı vardır. Tüm ağacı kuşatan bir sevgi içinde barındırır. Ağacın her hangi bir yerindeki olaydan etkilenir. Aynen bunun gibi insanda kainat ağacının nazik ve nazlı bir meyvesidir. İçinde taşıdığı kalb çekirdeği tüm kâinatla ilgilidir. Tüm kâinatı içine alan bir sevgi kalbde yerleştirilmiştir.


Bu özelliği dolayısıyladır ki kalb birlikte olduğu eşya ve insanlara hemen ünsiyet eder. Onları sever ayrılmak istemez. Ayrıldığında özler. Askerliğini bitiren, oturduğu ili değiştiren, işyeri değiştiren, hatta işyerinde oda değiştiren insan eski yerini ve dostlarını özler.


Beraber olduğu şeye hemen ünsiyet eden ama beraber olduğu her şeyinde er geç kendini terk ettiği ve bu terkle parçalanan kalb sanki bu dünya ya ait değildir. Başka alemlere bakıyor. Çünkü bu dünya ve içindekiler ona mutluluktan çok elem veriyor.


Oysa nefis ve cisim öyle değil bu dünyaya ait gibiler. Bu dünyanın nimetleri pekala onları doyuruyor ve mutlu ediyor. Sanki ebedi bir yolculuğu olan kalb bu dünya hayatı boyunca, dünyaya ait olan cisme hapsedilmiş gibi. İnsanın bu dünya da varlığını sürdürmesi için bu dünyaya ait olan cisminin bu dünyada bulunan ihtiyaçlarını karşılaması gerekiyor.


Ancak insan cisimden ibaret değil, hayat da bu dünyadan ibaret değil, aynı insanın kalbini de hayatlı kalmasını sağlamak için, başka aleme ait olan kalbinin de gıdasını ait olduğu alemden, yani beka aleminden karşılaması gerekiyor. Yoksa kalb cisme tabi olup kısa dünya hayatında boğulup gidecek.


Oysa insan ebede giden bir yolcu ve yolculukta daimi olan, asıl olan kalb, cisim sadece bu dünyada ona arkadaşlık eden bir elbise gibi. Kalb uzun yolculuğuna, dünyadaki cisimden ayrı olarak devam edecek.


Bu manayı kolaylaştıran şöyle bir misal verilebilir. Dünya ölçeğinde düşündüğümüzde insanın ait olduğu yer kara ve havanın birlikte olduğu yer yüzü. Yeryüzüne ait olan insanın deniz dibine bir süreliğine asıl yurdu olan yeryüzünü ilgilendiren vazife yapmak üzere dalış yaptığını düşünelim. Bu insan gittiği yere yani deniz dibine uyum sağlamak için bir elbise giyiyor. Onu basınçtan koruyor. Ama bedeninin varlığının devamı için ait olduğu hava âleminden, bir hortum vasıtasıyla her an hava alması gerekiyor.


Bu insan deniz dibinin cazibesine dalsa renk renk balıkları, mercanları, ağaçları görüp onların cazibesine kansa ve ait olduğu alemle bağını (hortumu) koparsa denizin dibinde boğulup kalacak, asıl yurduna dönemeyecektir. Denizde madem misafirim boş boş dolaşayım da diyemez çünkü asıl yurdunu ilgilendiren vazifeleri var. Yani hem misafir olduğunu unutmayıp oraya bağlanmayacak, hem de vazifesini yapacak.


İnsan bu dünya da aynen örnekteki insana benziyor. Bu dünya asıl yurdu değil. Asıl yurdunu ilgilendiren vazifeleri var. Ama misafir olduğunu unutmamak ve dünya denizinde boğulmamak için asıl yurdundan sürekli beslenmeye ( hava almaya) muhtaç. Kalbi ve ruhu sürekli oradan gıda almak zorunda. Tıpkı ailesini asıl yurdunda bırakıp askere giden ve askerliğin zor şartlarına ancak ailesini ve onlara kavuşma ümidini düşünerek katlanan bir asker gibi.


Nefis dünyalı olduğu için ve dünyada yaşadığımız için ve dünyevi şeyler nefse gıda olduğu için klabe oranla avantajlı gibi görünüyor. Adeta kalb nefis kafesinde hapsedilmiş gibi. Dalgıç elbisesinin asıl olmayıp insanı daraltan bir elbise gibi nefis. Kalb ve ruhun daralma karşısında boğulmaması ve bir gün nefis, cisim kafesinden çıkması gerekiyor.


Peki, kalb ve ruh nasıl asıl yurdundan gıda alır beslenir. Bu soruya Bediüzzaman 24. sözde şu cümle ile en güzel cevabı veriyor. "Ubûdiyet ise, onun (insan) yüzünü fenâdan bekâya, halktan Hakka, kesretten vahdete, müntehâdan mebde'ye çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde' ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisâldir"

Demek insanın daracık ve sıkıntılı dünya hayatında boğulmaması için ibadetle asıl yurduna yönelmesi, oradan haberler alması, oradan gıdalanması gerekiyor. Taki ruh cisim kafesinden sıyrılıp yanı anda yüz binler mekanda bulunma ve yüz binler nimetleri tatma saadetine kavuşun.

17 Aralık 2007 Pazartesi

İLK ADIM


Günah Yazıları 02

Tarih ve yaşam öykümüz ilk bakışta önemsenmeyen ama insanların hayatında çok büyük değişiklikler yapan ilk adım örnekleriyle doludur. Fatura kuyruğunda beklerken normal olandan birkaç saniye fazla süren bakışın evliliğe dönüştüğü, anlık bir tereddüdün ardından cesaret edilen tanışmanın önemli bir iş vesilesi olduğu, sınavda son bir hamle ile son anda işaretlenen doğru cevabın ciddi bir meslek kazanımına dönüştüğü vs. çok ilk adım örnekleri duymuş, yaşamışızdır.

Her zaman bu basit ilk adımlar hayırlı sonuçlar vermez. Bazen de küçük bir adım büyük şerlerin, musibetlerin celbine vesile olur. Tahrip ve şer kolay olduğu için belki ilk adımın şerle sonuçlanan örnekleri daha çoktur. Şer ve zarar deyince ilk akla gelmesi gereken ahirette daimi nusibet/ hastalık olan, insanı imanınını kaybetmesine kadar götürebilen bir yolculuğun ilk adımı olan günahlar olmalıdır.

Bu tehlikeye Bediüzzaman 17. lemada “hazer et ( sakın) , dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma” demekle dikkat çekiyor. Yine mesnevi-i Nuriyede tembellikle başlayan ilk adımın, insanı inkara kadar götüren yolculuğu anlatılıyor.

Her bir günahta küfür tohumu saklı ve bu günah devam ederse o tohum filizleniyor, ağaç oluyor ve sahibinin imanını, dolayısıyla kayıpların en büyüğü olan ebedi hayatını, cenneti kaybetmesine sebep olabiliyor. Peki, insanları başta önemini anlamadığı, kötü akibetini kestiremediği günah yolculuğuna ilk adımı attıran haller neler.

Risale-i nura bakıldığında insanları günaha, isyana, inkara götüren yolculuğun ilk adımında gaflet olduğu anlaşılıyor. Gaflet kısaca, ilgisizlik, lakaytlık, değerini bilmeme olarak tarif ediliyor. Bize emanet edilen her biri kâinat değerinde cihazları, değerini fark edip gerekli yerlerde kullanmayınca, önce değerinden/öneminden gaflet ediyoruz. Sonra da değerli olmadığını düşündüğümüz cihazları değersiz yerlerde kullanıyoruz.

Örneğin dünyanın en zengin ülkelerinin bir araya gelip, bizim ülkemiz gibi ortalama gelir seviyesine ait ülkelerin milli gelirinin üzerinde bir masraf yaparak, güvercin büyüklüğünde, uzaktan kumanda ile idare edilen, radara yakalanmadan düşman ülkesi üzerinde her yere girip resimler, videolar gönderen, ölçümler yapan bir uçak yaptığını farz edelim. Bu uçağın değerini bilen onu korumakla görevli bekçi onu evine götürüp çocuğuyla oyuncak olarak oynar mı?

İnsanların günaha girmesinin öncesinde verilen cihazları boş yere kullanma ( kullanması gereken yerde kullanmama ), onun da öncesinde cihazların değerini bilmeme (gaflet) yatıyor. Oysa insan kendisine verilen her bir cihazın değeri üzerine biraz düşünse, o cihazların gıdalanması, çalışması için gerekli şartların hazırlanmasında kainatın hizmetini düşünse, zerrelere, atomlara, elementlere, bakterilere, bitkilere, hayvanlara, yağmurlara, rüzgara, buluta, yıldızlara ve onların hizmetlerine baksa o cihazları, mesela gözü haramda kullanabilir mi?

Kendinse takılan, emanet edilen cihazların önemini fark eden insan, o cihazların önemli vazifelerinin olduğunu fark eder. Önemli vazifelerinin olduğunu fark eden, önemli ve tüm kainatı ilgilendiren neticeleri olduğunu fark eder. Gerek vazifenin, gerekse neticelerinin önemini fark eden, ciddiyetle ve devamla vazifesini (mesela namazı) ifa eder.

Vazifesinin öneminin farkında olan ve ciddiyetle ifa eden insanın günah işlemek aklına gelmez ve günah işlemeye vakti olmaz. Çünkü zamanını en değerli ve lüzumlu işlerle doldurmuştur. Vazifesini yaptıkça kendisinin ve kainatın ve görevinin değeri anlaşılır, anlaşıldıkça daha bir ihtimam ile vazife ifa edilir. Hakiki saadeti ve değeri keşfedenin, aldatıcı, suri, geçici günahlara ( ebedi kayıpların ilk adımına ) ayıracak vakti kalmaz.

Sonu ahirette tüm sevdiklerimizden ebediyen mahrum kalmak, dünyada onun azabıyla yaşamak olan inkara götüren yolculuğun ilk adımı olan günahlardan korunmak için ilk yapılması gereken, en kolay ve etkili yol; bize emenet edilenlerin ( akıl, el, göz, dünya, kainat, kur’an vs) değeri üzerine düşünmek, emanetlerin kıymetini bilip hayırlı işlerde gönüllü olarak tatlı tatlı terlemek olmalı. Aksi takdirde çok terleyeceğiz ama sonu olmayacak, tadı olmayacak.

15 Aralık 2007 Cumartesi

BU BAYRAM NEFSİ KURBAN EDELİM

İşyerinde arkadaş gurubunda yaklaşan kurban bayramı münasebetiyle mevzu kurban kesmeden açıldı. Tüm gurub üyelerinin aylık geliri ülke ortalamasının üzerinde olmasına rağmen nefisler hep kesmenin bize borç olmadığına dair deliller getirmeye çalışıyordu. Ev yok, borç var, araba yok. Belki de matematiksel olarak hesapladığımızda gerçekten bize kurban borç değildi.

Ama vicdanıma danıştığımda ve diğer eşya ile olan münasebetlerime baktığımda ve Kurban kesmenin kalb ve ruhuma, nefis terbiyesine bakan hikmetlerini düşündüğümde, kurban kesmemekle ne kadar büyük bir ni’metten mahrum kalacağımı düşündüm.

Hepimizin cep telefonu vardı ve cep telefonu ( hele son model ) kullanmak bize vacip değildi. Ama gerek sürekli yenilemek, gerekse lüzumsuz kullanımlar sebebiyle her yıl birkaç kurban parası miktarı harcıyorduk. Daha başka birçok eşyaya bizi mutlu edeceğini zannederek acımadan para sarf ediyorduk. Ve çoğu zaman umduğumuzun aksine yeni sıkıntılara, yeni harcamalara sürükleniyorduk. Oysa kalb ve ruhu gıdalandırmak nefsi dizginlemek için kurban kesmeye biz muhtaç olduğumuzu anlasak, lüzumsuz harcamalardan biraz kısıp, pek rahat kurban kesebilirdik. Bize borç olmadığı söylense bile, o eşsiz ni’metten mahrum kalmazdık.

Evet Allah’ın kulun kurbanına, hiçbir şeye ihtiyacı elbette yok. Ama biz son derece muhtacız.

Hayatımızı tehdit eden sınırsız eşya karşısında titrememek, kainatı kapsayan sınırsız ihtiyaçlarımız karşısında aciz mahlukata dilenci olmamak için kurban kesmekle Allah’ın sınırsız kudret ve sınırsız hazinelerini keşfe muhtacız.

Rabbimizin verdiği nimetin bir kısmını O’nun rızası için kurban etmekle, bize hediye ettiği sayısız nimetlerin kıymetini, değerini, güzelliğini anlamaya biz muhtacız.

O’nun verdiği her biri kainat değerinde olan nimetlerin faniliğini görüp ıztıraba düşmemek ve ebedi olan ahiretteki asıllarını hatırlayarak kalb ve ruhumuza teneffüs ettirmek için kurban kesmeye biz muhtacız.

Fani olan, bugün gideceğinin hatırlanmasıyla kalbimizi kanatan, yarın elimizden çıkmakla kalbimizi kanatacak olan eşya ile kurduğumuz yanlış bağlarımızı kesmek için kurban kesmeye muhtacız. Ta ki yarın elimizden alındığında feryat etmeyelim, zaten kurban kesmekle fani olduğunu, emanet olduğunu ve imtihan sebebi olduğunu uygulamalı olarak öğrenmiştim diyelim.

Ayine-i Samed, mahalli iman olan kalbin, batınına girmemesi gereken, girmekle kalb ve ruhu tarifsiz acılara maruz bırakan fani mahbubları oradan çıkarıp, kalbin aradığı gerçek ve daimi ihtiyacı olan Allah sevgisini koymak için kurbanla fani mahbublarla olan yanlış bağları kesmeye şiddetle muhtacız.

Eşyaya köle olmamak, rızkı patrondan, devletten bilmeyip onlara minnet etmemek, cazibesi karşısında aldanıp dünyada boğulmamak, mahlûkatta güç vehmedip korkmamak için, onlara atfettiğimiz vehmi, yalancı özellikleri kurban kesme eğitimiyle, silip atmaya çok muhtacız.


Sevdiklerimize ait zannettiğimiz güzelliklerin onlara ait olmadığını fark etmek, böylece gitmeleriyle/nankörlükleri ile üzülmemek, bizi mutlu eden tüm güzelliklerin hakiki sahibini tanımak ve O’na yönelmek böylece hakiki, daimi, sonu olmayan sevgiliye kavuşmak için kurbanla O’na yaklaşmaya biz muhtacız.

Lezzetinden yüzlerce kat elem veren fani zevklerin peşinde koşan, isteğini yerine getirince doymayıp açlığı artıp daha fazlasını isteyen, bizi dünyada boğup iki cihan saadetimizi mahvetmek isteyen nefsimizi dizginlemeyi öğrenmek için kurban kesmeye çok muhtacız.

Sevdiklerimizi mutlu etmek, gözlerinde sevinç, dudaklarında tebessüm ifadesini görmek için saatlerce hazırlık ( surpriz, kek, yemek vs) yapan bizler, sınırsız ni’metler ikram eden ve daimi sevilmeye layık olan Allah’ın rızasını celbetmenin, meleklerine karşı bizimle iftihar etmesinin şerefine, lezzetine muhtaç değil miyiz? “Adem oğlu, Kurban Bayramı günü Allah Teâlâ katında kan akıtmaktan daha sevimli hiçbir amel yapmamıştır” hadisindeki müjdeye nail olmaya ruhumuz ne kadar muhtaç farkında mıyız?

Hasılı, Kurban kesmekle aslında kurbanı değil, ameliyat eder gibi, daha bilemediğimiz nice kalbimize yerleşmiş ve acıtan yanlış bağları, yanlış fikirleri, aldatıcı vehimleri, alakaları kesiyoruz. Kurban etini yemekle maddi bedenimizden ziyade, ameliyat sonrası ilaç ve gıda olacak doğru fikir ve hislerle kalbimizi gıdalandırıyoruz.

Gelin tüm bu gıdalardan ruhumuzu mahrum bırakmayalım. Nefsimiz ve tanıdıklar sana kurban borç değil desede, nice yerlere yaptığımız lüzumsuz harcamaları hatırlayalım ve borç olmasa da imkanımız varsa kurban keselim.

Gelin bu bayram nefsi kurban edelim
Gelin bu bayram kalbimizi sultan edelim.

12 Aralık 2007 Çarşamba

HİÇ UĞRUNA

Rabbimiz insana sayısız cihazlar takmış. İmtihan sırrı gereği her cihazı insan hem hayrına hem de kendi zararına kullanabiliyor. Merak, endişe, sevme, hırs, inat gibi binlerce his, çok güzel hayırların kazanılmasına vesilelik yaparken, birçok insan için hem dünyasını hem ahiretini azaba çeviren bir azap aletine dönüşebiliyor.

Bu hislerden bel ki de en ilginci, belki zararının büyüklüğünden dolayı daha çok çoğul şekli kullanılan evham hissi. Bu his o kadar ilginçtir ki olmayan bir şeyi varmış gibi kabul ettirip insanlara tarifi imkansız acılar çektiriyor. Olacak bir acıyı ise kendi toplamından binlerce kat fazla hale getirip insana hayatı zehir edebiliyor.

Olmayan bir şeyi var gibi göstermesine örnek, hiçbir hastalığı olmadığı halde evham yüzünden hastalık ihtimaliyle azap çeken insanlar var. Ve ya ameliyat olan bir insan, ameliyat esnasında uyuduğu ve sonrasında yapılan düzenli tedavi ile hiç bedeni acı çekmediği halde ( bizzat yaşadığım bir olay ), ameliyat öncesi dönemde günlerce uykudan ve yemekten lezzet alamayabiliyor. Olayın kendisinde hiç acı olmadığı halde yanlış kullanılan evham hissi yoktan azap çektiriyor.

Belki aynı his aslında numune, tadımlık ve imtihan vesilesi olan bir nimeti, kavuşmadan önce çok abartıp lezzet beklentisini, dolayısıyla o ni’mete ( makam, para, iş ) kavuşmak için verilmesi gereken tavizleri arttırıyor. Ve gerçeğin öyle olmadığının fark edilmesiyle yaşanan travma derin olabiliyor.

Aynı his, ni’mete kavuşulduğunda ni’metin daimi olduğu vehmini insana aşılıyor ve er geç öyle olmadığı fark edildiğinde derin bir ızdırap insana yaşatıyor. Aynı his dünyayı sabit zannettiriyor ve o zan sebebiyle bütün bütün zayi ettiriyor. 17. söz.

Bediüzzaman lem’larda “ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini” belirterek bir çok insanın olamayan bir şeye vücud vererek ebedi hayatlarını tehlikeye attığını, hiç uğruna dinlerini feda ettiklerini vurguluyor.

Mesela bu hissin telkiniyle şeytanda ve ona tabi olanlarda güç vehmedip, onlardan korunmanın mümkün olmadığını düşünüp, tavizler verildiği, imanı zedeleyen yorumlar yapıldığı görülüyor. Allah kullarının rızkına kefil olduğunu açık açık belirttiği halde, aç kalırım vehmiyle sınırsız aciz ve muhtaç olan insan, sınırsız kudret ve hazineler sahibinin emir ve yasaklarına uymayarak tavizler verebiliyor.

Şeytan, hilesi zayıf olduğu ve zorlamaya hiç gücü olmadığı halde insanları evhama düşürmek suretiyle onlar üzerinde tasarruf ediyor. Evhama yenik düşen şeytana oyuncak ve maskara oluyor.

Allah Kur’an’ında hiçbir kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğini, her zorlukla beraber kolaylık ve sabır da yaratacağını belirttiği ve bunun doğru olduğunu yaşadığımız onlarca tecrübe tasdik ettiği halde, yine geleceğe dair evhamlar la hayatımızı zehire çeviriyoruz. Zarar ihtimali doğduğunda sabır halimizin bu günkü gibi kalacağını ama ekstra yük yükleneceğimizi, dolayısıyla o yükün altında ezileceğimizi zannediyoruz. Hâlbuki yük ağırlaştığında yükle beraber ve ona oranla sabır kuvvetinin de gönderileceğini hesaba katmıyoruz.

Mesela, bu güne kadar ve mevcut halimiz ile çok iyi beslendiğimiz halde, yarın evlendiğimde, çocuk olduğunda ne yaparım diye düşünüp bu günümüzü olmayan bir şey yüzünden harap ettiğimiz gibi, gerçekleşmesi fıtri olan şeyleri geciktirerek azabı daha da arttırıyoruz. Allah mü’minin ölüme yaklaştığında ölüm korkusunu bile hafifleteceğini vaat ediyor.

Tüm bu evhamların temelinde inkar ve vesvese yatıyor. Kainatın başıboş ve tesadüf oyuncağı olduğu zannı yatıyor. Çözüm ise kainatı ve bizi, her şeye gücü yeten izni olmadan bir ağacın yaprağının bile yere düşmediği bir Rabbi idare ettiğine iman etmek. Ve itaat ile ona tevekkül etmek her türlü ihtiyacımızı karşılamaya gücünün yeteceğini bilmek ve vaat ettiğinin farkında olmak.

Bediüzzamanın şu nasihatını unutmayalım "dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. bu saati düşün."

HAYRA KOŞMAK VEYA DİRENMEK

Bediüzzaman bilhassa imani meselelerde, Allah’ı tanıma yolculuğunda hakikatlere bir yönden bakmanın çok tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini söyler. Hakikatlere diğer unsurlarında beraberce düşünüldüğü, külli bir bakışla yaklaşmak gerektiğini söyler. 24. sözde geçen şu cümleler bu hakikatı vurguluyor. “her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir.”

Bu cümleler olaya bir açıdan bakmanın ne gibi tehlikeler doğurabileceği konusunda çok düşündürücüdür. Diğer esmaları dikkate almayan, salt bir esmaya yoğunlaşan tefekkürün insanı dalalet gibi vahim bir sonuca götürebileceği uyarısı, çok manidar.

Katıldığım bir sohbette benzer bir tehlikenin işaratül icaz adlı eserinde geçen Sa'd-ı Taftazani'niye ait olan imanın tanımlandığı cümlenin anlaşılmasında yaşanabileceği düşünüldü. Tanım şu: " İman, cenab-ı hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur ". Bu tanımda iman ni’metinin kulun cüz’i ihtiyarını sarfından sonra ilka edileceği belirtiliyor. Bu doğru ama bu şu manaya gelmiyor, gelmemeli, kul cüz-ü ihtiyarını sarfetmeden önce Allah hiç karışmıyor/desteklemiyor değil.

Bediüzzaman 20. sözde Allah’ın ezeli kelamı olan Kur’an’ın insanların her ihtiyacını içerdiğini belirtiyor. Ve genel insanlık tarihinde kısa bir dönemi ilgilendiren, tüm insanlığın istifadesi için insanların hepsinin bilmesi gerekmeyen ve insana kısa dünya hayatında lazım olan uçak, tren, sondaj vs. günümüz nimetlerine bile işaretler olduğu ve beşeri onları keşfetmeye teşvik ettiğini belirtiyor.

İnsanların hepsini ilgilendirmeyen, nispeten cüz-i olan ihtiyaçlarını ilham eden, bulmaya teşvik eden Allah, elbette her insanın nihayetsiz muhtaç olduğu, şiddetle aradığı, her türlü endişeden emin kılan, her türlü ihtiyaçlarını ebediyen tatmin eden, en değerli ni’met olan iman ni'meti konusunda kulunu yardımsız, kendi haline bırakır mı? Elbette bırakmaz.

Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor.” 7. şua da geçen bu muhteşem ifadeden de anlaşılacağı üzere, kendini tanıtma görevini sadece masnuna bırakmayarak, Rabbimiz sayısız vesilelerle kendini tanıtıyor. Hikmeti gereği iradeyi önemli ve gerekli görmüş ve zorlamıyor ama zorlama dışında sayısız şekillerde insanı iman etmeye teşvik ediyor, kamçılıyor.

İnsanın iman etmesi ve iman edenin imanını koruması için sayısız ni’metlerle kendini tanıtıyor, sevdiriyor. Diğer mahluka birkaç çeşit gıda gönderirken, insanlara yemekler kaç çeşit, tatlılar kaç çeşit, salatalar kaç çeşit, meyveler kaç çeşit, içecekler kaç çeşit, her bir meyve türü kaç çeşit gönderiliyor. İnsanların en şereflileri olan nebileri gönderiyor. Bizzat kelamını gönderip onlarla konuşuyor. Meleklerini yardıma yolluyor, cenneti vaat ediyor. Kainatı emrimize musahhar ediyor ve daha sayamayacağımız sayısız nimetlerle bizi imana, ebedi saadete cezp ediyor, celbediyor. Bizi cennete çekiyor, koşturuyor.

Teşvik ve cezp yeterli olmayan nefsimizi ikna etmek, kalbi güçlendirmek için, korkular, endişeler, tehditler, hastalıklar, deprem, sel, kuraklık, sıcaklık gibi musibetler, ibret alınacak hadiseler yaratarak bizi cennete doğru kamçılıyor. Adeta bizi itiyor. Her bir beşere vicdan penceresinden her an marifetini kalbe tecelli ettiriyor ( Mesnevi-i Nuriye 215) .

Allah her bir kuluna her an kesintisiz bir şekilde kendini ve marifetini sayısız masnu u ile ve vicdan penceresinden bizzat tebliğ ediyor. Dolayısıyla Moskova da doğanın ne olacak hali sorusu anlamını yitiriyor.

Yine anlaşılıyor ki inkar edenler iman etmemekte direnenlerdir ve sayısız şahitlere gözlerini ısrarla yumanlardır. Sayılarının çok olması bu gerçeği değiştirmiyor. Sigaranın üzerinde açık açık zararları yazdığı halde içenler çok ve bu çokların içinde belki doktorlar en çok. Sayı çokluğu hiçbir zaman bizi aldatmasın.

“Andolsun biz ona (Firavun'a) bütün (bu) delillerimizi gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.” Ta-ha 56 ayeti bu gerçeği ifade ediyor.

Allah, her an gösterdiği sayısız ibret tablolarından ders alarak şerden korunmayı, sayısız teşvik ve ni’metlerini fark ederek hayra koşmayı, selamete ermenin ancak O’nun lütfuyla olabileceğini fark edip, ikramlarına ve uyarılarına direnmeyip hayrı seçmeyi nasip eylesin.

NAMAZ KILMAMAK

Namaz Yazıları 01

Namaz konusunda Kur’an daki ısrarlı emirler ve namaz kılmayanlara karşı yapılan tehditler, neyin ne kadar önemli olduğunun iyice karıştırılır olduğu günümüz insanınca, abartılı bulunur.
Bu kanaatin mühim bir sebebi, namaz kılmamanın şahsi, cüzi, basit, önemsiz bir hata olduğunu zannetmeleridir.

Oysa namaz kılmamak kâinatı ilgilendiren, külli, önemli, umumi ve şümullü bir isyandır, günahtır. İnsana hizmet eden tüm kainatı ve insanın zerrelerini tahkir ve tezyiftir ve bin bir esmanın hikmetli tecellilerine iftiradır, zulümdür. Niçin?

Allah tüm kâinatı insana hizmet eder şekilde yaratmış. Zerrelerden yıldızlara, denizdeki hayvanlardan karadaki hayvanlara, bitkilerden otlara, bakterilerden böceklere, bulutlardan rüzgârlara kadar sayısız mevcudat insan için çalıştırılıyor. Kâinat ağacı insan meyvesini netice verecek şekilde yaratılmış ve ona çalıştırılıyor. Kâinat fabrikası insan ürününü sonuç vermek için işlettiriliyor. Peki, insan ne için var?

İnsan ise tüm kâinatın temsilcisi ve sultanı olarak kâinatın kulluğunu ve tesbihini ve ihtiyaçlarını Allah’a arz etmekle vazifeli. İnsanın bu vazifeleri içindir ki kâinat insana hizmet ettiriliyor. İnsan bu vazifesini yapmadığında tüm kâinatın kendine bakan hizmetini boşa çıkarmış oluyor.

Çok değerli, pahalı ve üretilmesi için binlerce işçinin çalıştığı bir ürün fabrikası düşünelim. Bu fabrikada bir işçinin görevi son aşamaya gelmiş ürünün paketlenmesinde küçük bir görev. Bir düğmeye dokunmak ve ürünün paketlenip muhafaza edilmesini sağlamak. Bu işçi bu vazifesini yapmıyor. Binlerce çalışanın katkısıyla ve ciddi masrafla üretilen ürünlerin hepsi bozuluyor ve fabrika hiçbir ürün netice vermeyen boş ve değersiz bir konuma düşüyor.

Bu durumda fabrika da çalışan ve işini yapmayan tembel insan yüzünden fabrikanın kapanmasıyla, maaşını alamayan ve işsiz kalan binlerce insan ondan davacı olmayacak mıdır? O kişi ben ne yaptım, sadece bir düğmeye dokunmadım diyebilir mi? Hata zahiren basit ama çok büyük ve umumi neticeler veriyor.

Aynen bu misaldeki gibi namaz kılmayan insan tüm kâinatın hizmetini kendine bakan boyutuyla abes yapıyor. Kendisine yapılan hizmetleri sonuçsuz bırakıyor. Ve kendisine hizmet eden sayısız unsurlara lisan-ı haliyle şunu diyor. Sizin tüm çalışmalarınız hiçbir sonucu olmayan meyvesiz faaliyetler ve sizler önemsiz işler yapan değersiz, vazifesiz mahluklarsınız demekle onlara hakaret ediyor. Çünkü mahlûkat ona kulluk yapması, namaz kılması için hizmet ediyor, o bunu yapmamakla o hizmetleri abesiyete, boş işe dönüştürmüş oluyor. Dolayısıyla ona hizmet eden tüm kâinatı kendisine davacı yapıyor.

Aynı şekilde insan da ortalama yüz trilyon tane olan ve her biri bir insan gibi üreme, boşaltma, depolama gibi mükemmel ve muhteşem sisteme sahip olan hücreler insana hizmet ediyor. İnsanın namazla Allah’a, onlarında tesbihini, ihtiyaçlarını, kulluklarını sunması gerekiyor. İnsan bu görevini yapmadığında, vücudunda çalıştırılan, sayısız organ, hücre ve zerrelere, onların çalışmalarının sonuç vermeyen, anlamı olmayan, kıymetsiz şeyler olduğunu söylemiş oluyor.

Ülke çapında örgütlenmiş, her il ve ilçe de binlerce memurları bulunan bir genel müdürlük düşünelim. Ülkenin tümünü ilgilendiren ciddi bir konuda araştırma yapılıyor. Her memur araştırma yapıyor, bilgi topluyor ilçeye yolluyor, ilçe değerlendirip ile yolluyor, iller ilgili genel müdürlüğe yolluyor ve oradaki memurlar tüm ülkeden gelen, binlerce memurun 12 ay boyunca tek iş olarak çalıştığı ve milyarlarca lira masraf yapılan dosyayı genel müdüre sunuyor. Kamuoyu ve ilgili bakan heyecanla sonucu bekliyor ama ilgili genel müdür tembelliğinden ve ilgisizliğinden dosyayı sunmuyor ve yırtıp atıyor. Binlerce memuru ve harcanan parayı ve zamanı boş, değersiz ve kıymetsiz olmakla itham ediyor, hakaret ediyor, zulüm ediyor.

Aynen misalde olduğu gibi namazla dosyayı Allah’a sunmayan kul, yaşaması ve yaşam gayesi olan namazı kılması için gerekli sayısız şartları sağlamak için çalıştırılan kainat ve vücudundaki unsurlara hakaret ediyor, zulüm ediyor, onları kendine davacı ediyor.

Ağaç meyvesi için dikilir, fabrika ürün için kurulur. Kainat agacı insan için dikilmiş ve kainat fabrikası insan için kurulmuş. İnsan ise başta namaz kulluk yapması için var edilmiş. İnsan bu vazifesini yapmadığında kainatta tecelli eden bin bir esmanın meyvesiz, boş ve sonuçsuz iş yaptığını söylemiş oluyor ve hikmeti ilahiyeye iftira ve zulüm ediyor.

Namaz kılmayan, kainattaki unsurların ve insan vücudunda hizmet eden cihazların hakkını almak adına ve hikmeti ilahiyeye iftira ve zulmetmenin karşılığı olarak Kur'an'da şiddetli tehdit ediliyor. Bu tehdit gerekli, yerinde ve adildir, abartı, israf değildir.

Hâsılı, biz namaz kılmanın ne manaları ihtiva ettiğinin ve başta namaz kılmamak Allah’ın emirlerine uymamanın ne büyük bir yanlış olduğunun farkında değiliz. Sayısız mahlûkata hakaret etmek ve onları kendimizden davacı yapmak ne demek anlayamıyoruz. Zamanı gelince anlayacağız ama iş işten geçmiş olacak.

6 Aralık 2007 Perşembe

EN BUYUK TEHLIKE ?

Günah Yazıları 01

Bu dünya misafirhanesinde insanın en mühim meselesi imanı kurtarmak meselesidir. Çünkü imanın neticesi tüm dostlarla ebedi cennet, zıddı olan imanı kaybetmenin de neticesi yalnız başına ebedi cehennemdir. İnsanın en mühim meselesi imanı elde etmek ve muhafaza etmek olduğuna göre insanı bekleyen en büyük tehlike ise imanı elde etmesini ve muhafaza etmesini engelleyen şeylerdir. Ve bu tehlikeninde başında kanımca günah gelir.

İnsanların imanı seçmelerini engelleyen ve imanı seçenlere zamanla imanı kaybettiren en önemli engelin günah olduğu gerek ayetlerin, gerek hadislerin ve gerek Kur’an tefsirlerinin izahından anlaşılıyor. “Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fasıklar inkar eder. Bakara 99 “ ayeti bize bu hakikatı ders veriyor. Küçük bir günahla başlayan yolculuğun insanı nasıl inkar kadar götürdüğünü Bediüzzaman 2. lem’a da, her bir günahta küfre gidecek bir yol var, diyerek mükemmel bir şekilde izah ediyor.

Günahların sonu ebedi helaket olan inkâr yolculuğuna sebep olduğunu ilerleyen yazılarımızda inşallah geniş olarak ele almaya çalışacağız. Bu yazımızda günah tehlikesini fark etmeye çalışacağız.

Bediüzzaman Risale-i Nur’un niçin bu asırda etkili olduğunu izah ederken bu asrın iki önemli özelliğinden bahsediyor. Birincisi, insanların günahlara ( sefahate ) dalıp ahireti bilmesine rağmen, nefsine mağlup olup dünyayı tercih edip ehli dalaletle tabi olması, diyor. Ve çoklarının günahların tiryakiliği yüzünden imanını kaybettiğini belirttikten sonra, Risale-i Nur’un etkili olmasını günahın içindeki acıları, kötü neticeleri, daha dünyadaki azapları, misal ve karşılaştırmalar la ders vermesi olduğunu söylüyor.

Demek bu zaman da imanı tehdit eden birinci tehlike günahlar. Günah bizzat imanı tehdit ettiği gibi imanı tehdit eden diğer tüm düşmanlara da alt yapı oluşturuyor ve onları besliyor. Mesela, Bediüzzaman’ın asrın ikinci dehşetli özelliği olarak belirttiği; eskiye oranla bu zamanda ilim ve fenle uğraşarak dalalete girenlerin çok artmasının sebebinin 7. şua adlı eserinde “ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmi ile inkara saparlar ve nefyederler “ demekle ilmen inkar etmenin de derininde gühahlar olduğunu söylüyor.

Zaten günümüzde açıkça Allah’ı inkar edenin çok az olduğunu görüyoruz. Ama Kur’an’da geçerli kabul edilen mana da iman ve itaat edenin de çok az olduğunu görüyoruz arada kalan çoğunluğun o halde olmasının ( gereği gibi iman etmemiş olmasının ) en mühim ve birinci sebebi günah görünüyor.

Yine, insanın apaçık düşmanı olduğu Kur’an’da ilan edilen ve bir çok insana imanını kaybettiren şeytanın kimleri ve nasıl kandırdığını merak ettiğimizde, sorunun cevabı, günah olarak bize veriliyor. Onlar ( şeytanlar ), günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler ( Şuara 222 ).

Şeytandan daha tehlikeli, çünkü içimizde olan, nefsimizin de şımarmasını, dolayısıyla söz dinlemeyip güçlenmesini, kalbe tabi olmamasını, şeytana uymasını, sahibini inkar ve isyana sürüklemesini temin eden günah.

Yine, bir çok insanı Allah’a itaatten uzaklaştıran vesvese ve şüphe hastalığını da netice veren ve besleyenin günahlar olduğunu anlıyoruz. Bu hususa Bediüzzaman 2 lem’a da günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler -neûzu billâh- mahall-i İmân olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler. cümlesiyle temas ediyor.

Yine insanın huzurdan kaçmasına, ibadet ve itaatten kalb ve lisanının zevk alamayıp ibadetleri terk etmesine sebebiyet veren şeyin günah olduğu anlaşılıyor.

Kadere, ahirete, adalete dair sorular soran kişiyle biraz muhatab olduğunuz da aslında temel sorununun müptela olduğu bir günah olduğunu, tiryaki olduğu günahtan vazgeçemediğini ve bir çıkış ( nefsin isteği olan inkar) yolu aradığını fark ediyorsunuz.

Hadislerde insanlığın geçmiş ve gelecekte en büyük tehlikesi, fitnesi olarak belirtilen deccal hadisesinde, deccalin en mühim silahının günahlar ( israf, açık saçıklık, içki vs.) olduğu anlaşılıyor.

Velhasılı, insanlara ebedi hayatı kaybettiren en önemli tehlikenin günah olduğu anlaşılıyor. Gerek bizzat inkara götürmesi ve bu durumun en fazla vaki olan durum olması, gerekse inkara götüren diğer tehlikelerin de altyapısını oluşturması ve desteklemesi itibariyle, hakkında bilgi sahibi olmamız geren en önemli düşman olarak günah, karşımızda duruyor.

Allah nasip ederse sonraki yazılarda gerek ayet, gerek hadis ve gerekse risale-i nur dan ilgili yerleri araştırıp günahın tanımın, sebeplerini, sonuçlarını, ebedi helakete götüren süreci ve korunma yollarını ele almaya çalışacağız. Dualarınızı bekliyoruz.

4 Aralık 2007 Salı

BEKLEMEKTEKİ LEZZET

Rabbimizin ezeli kelamı olan Kur’an bize bu dünyanın asıl olmadığını, asıl hayatın ahiret hayatı olduğunu söyler. Rabbimizin Kur’anda belirttiği her hususu, yine Rabbimizin ayetleri olan kâinat kitabı tasdik ve tefsir eder. Bu dünyanın asıl olmadığını insan kalbini incelediğimizde fark edebiliriz.

Mesnevi Nuriyede Bediüzzaman “ Kalb, hangi bir şeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimamla eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla, onunla beraber kalmak istiyor. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir.” der. Yine 3. Lem’a da, insan kalbinin tüm kâinatın meyvesi olduğu için tüm kâinatı kuşatan bir muhabbet beslediğini ve onlarla hep beraber olmak istediğini ve sevdiği şeyleri de onlarda, bir nevi beka tevehhüm ederek sevdiğini söyler.

Demek insan kalbinin en şiddetli ve ilk arzusu bekadır, devamdır. Mesela insanın bekasını tehdit eden sağlık problemi ortaya çıktığında diğer tüm programlar ve para sarf edilecek yerler iptal olunur, sağlık probleminin çözümü birinci sıraya alınır. İnsan bir süre daha devamının temini için tüm servetini gözünü kırpmadan verir. Sağlığı için tüm servetini harcar.

İnsanın bu fıtratını yani sevdiği şeyle daimi birlikte olma arzusunu bilen insanlar, sevdiğini ikna etmek için, seni hiç bırakmayacağım, beraberliğimiz sonsuza dek sürecek, hep yanında olacağım, gibi kendisinin de inanmadığı yalanları söylerler.

Bu konuda Bediüzzaman şuaların sonunda; nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir, demekle meseleyi özetlemiş.


İnsan kalbi her şeyle alakadar olduğu için gördüğü, beraber olduğu her şeye meylediyor ve seviyor, ayrılmak istemiyor. Ama her şey bir bir ondan ayrılıyor. Ve ayrılırken kalpten bir parça götürüyor ve kalbi kanatıyor. O yüzdendir ki insan ruhunu en çok üzen şey ayrılık.

İnsan kalbinin devamı arzulaması ve en fazla ayrılıktan üzülmesi gösteriyor ki, her an ayrılıkların yaşandığı ve her an insanın tüm sevdiklerinden ayrılma ihtimalinin olduğu bu dünya asıl olamaz. Bu dünya, asıl yurt olan ahiret yurdu için bekleme salonudur, imtihan salonudur.

Dünyanın bekleme yeri olduğuna ve asıl lezzet yeri olmadığına yine insanın fıtratı şahitlik eder. Bu dünya da bir çok nimeti beklemenin ni’mete kavuşmaktan daha leziz olduğunu yaşarız. Bir ni’mete kavuştuğumuzda, bu sevdiğimiz olabilir, bir makam olabilir, bir eşya olabilir o ni’mete kavuşma ümidiyle beklediğimiz günlerde aldığımız lezzetin, ni’mete kavuştuktan sonra aldığımız lezzetten kat kat fazla olduğunu fark etmişizdir. Mesela nişanlılık dönemi çoğu insan için en mutlu dönemdir.

Yine bir nimete kavuşmadan önce beklenen dönem uzadıkça, nimete olan özlem arttıkça kavuşulan ni’metin lezzeti artar. Özlenmeden, beklenmeden kavuşulan ni’metler çok fazla lezzet vermez.

Niçin böyledir çünkü dünyadaki ni’metler asıl değildir, numunedir ve asıllarına insanları teşvik etmek içindir. Bu hakikat bilinip ona riayet edildiği oranda lezzet alınır. Yani numune olduğunu bilip, tadıp, asıl olan cennet nimetlerini hatırlayıp onlar ümit edildiği zaman lezzet verir. Yoksa numune asıl zannedilip doyulmaya çalışınca insan doyamaz ve ızdırabı artar. Bunun üzücü misallerini Avrupa hakkında duyuyoruz. Nefsin her türlü arzusunun rahatca ve erken yaşlarda tatmin edilmesi insanları mutlu etmediği gibi hem dünyasını hem ahiretini zehirleyen insanı, insanlıktan çıkaran sapık lezzet arayışlarının arttığını görüyoruz.

Oysa asıl lezzet yerinin ahiret olduğunu bilen insanlar, beklemenin kavuşulan nimetin değerini, lezzetini artırdığını bilirler, yine bir ni’mete bol ve kolay kavuşmanın çok lezzet alınacağı manasına gelmediğini bilirler. Bir nevi oruç tutmak gibi, Allah’ın bazı nimetleri elimizden almasının aslında ni’metlerin değerini arttırdığını bilirler ve bu dünya da bile ehli dünyanın alamayacağı tarifi imkansız lezzetleri tadarlar.

Allah bu dünya ve içindekilerin dış yüzüne aldanmayıp hakiki mahiyetini fark etmeyi, böylece hem bu dünya da hem ahrette gerçek ve daimi saadeti yaşamayı tüm mü’minlere nasip eylesin.

3 Aralık 2007 Pazartesi

ALLAH KORKUSU LEZZETTİR

Bazen aynı dili konuşmak anlaşmak için yetmez. Aynı dili konuşan biri, diğerine iltifat ettiğini zannederken, iltifat edilen, kullanılan kelimeye olumsuz bir mana yüklediği için, sarf edilen sözleri hakaret olarak algılar. Bu tür anlaşamama durumlarını sık sık yaşarız. Bu yüzden kişilerin kullanılan kavramlara ne anlam yüklediği çok önemlidir.

Mesela, birisi 3 bin ytl maaş aldığı, az bulunan bir işi, namaz kılamadığı gerekçesiyle bıraktığında arkadaşı ona sorar, iş bulmanın zor olduğu bu zaman da niçin işini bıraktın? Arkadaşının cevabı; istikbalimi tehlikeye atmamak için, olur. Bu cevap üzerine soran kişinin şaşkınlığı daha da artar, sen 3 bin ytl maaş aldığın işini bırakmakla istikbalini tehlikeye atmadın mı? Şimdi aynı ücrete nereden iş bulacaksın der.

Soran kişi şaşırmıştır çünkü onun istikbal kelimesinden anladığı, 1 kavuşmamız kesin olmayan, 2 kavuşsak bile rızk cihetinde taahhüt altında oaln, 3 kavuşsak bile kısacık olan, dünya hayatıdır. Dolayısıyla işi bırakmak istikbali tehlikeye atmaktır.

Oysa işi bırakanın istikbalden anladığı, 1 kavuşacağımız kesin olan 2 gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış olan, 3 çok uzun, ebedi olan, istikbaldir. Dolayısıyla asıl istikbal budur ve 3 günlük dünyevi istikbal endişesiyle ebedi hayatı tehlikeye atmak, akıl karı değildir. (bkz. Mektubat 9. mektup )

Benzer kavram karmaşası korku konusunda da yaşanır. Bazıları Kur’an’da Allah’ın kendisinden korkutmasını anlamakta zorlanırlar. Çünkü onların bildiği korku, insana acı veren, başkasına kul köle olmaya sebep olan, zulme davetiye çıkaran vs. olumsuz anlamlar içeren bir korkudur. Oysa aynı kavram Allah için kullanıldığında çok ulvi, leziz ve rahmet yüklü manalar barındırır.

Bediüzzaman bu korkuyu, sözler de hem 7. sözde hem de 24. söz de harika bir misalle bize açıklar: Malumdur ki bir valide, bir yavruyu korkutup, sinesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Halbuki bütün validelerin şefkatleri, şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır, der.

Demek Kur’an da Allah’ın bizi korkutması, şefkatli annenin evladını yanlıştan vazgeçirmek ve kendi şefkatine celb etmek istemesi gibi, yanlışlarımızdan vazgeçirip O’nun annelerle ( tüm annelerin, hayvanların, ağaçların ve insanların annelerinin ) kıyası mümkün olmayan, şefkatine celb etmek içindir.

İnsanın davranışlarına yön veren iki temel duygu olduğu kabul edilir. Bunlar sevmek ve korkmak. Bir şeyi sevmek, insanı bir davranışa sevk etmek ve devamını temin etmek için ne kadar gerekli ise, aynı şekilde bazı yanlışlardan kaçınması, güzel davranışlar kazanması ve bunların devamlılığı için korku hissi de o kadar gereklidir. Bu hakikati tüm beşeri sistemler kabul etmişler ki ceza ve ödül sistemini her ülke uyguluyor.

Benzer uygulamayı anneler de en sevdikleri yavrularına yaparlar. Mesela, ateşle oynamaya meraklı yavrusuna, ateşi hafifçe ona dokundurup acı vererek, onu ateşin muhtemel büyük zararlarından korur ve şefkatli sinesine sevk eder. Allah her vesile ile kullarını cehennemden sakındırıp, cennete davet ediyor. Tabiri caiz ise cennetle müjdeleyip cennete çekiyor, cehennemle korkutup, cennete doğru bizleri itiyor.

Cehennemle korkutmasındaki muradın cennete davet olduğu açık, çünkü korkutmasının sonunda bizleri tövbeye davet ediyor. Her türlü günahı affedeceğini, dolayısıyla cennetin kapılarının tövbe eden herkese açık olduğunu, bildiriyor. Korkuya günah işleyen muhtaç, çünkü ilerideki daha büyük zarardan ( ebedi cehennem ) korunmak için Kur’anın tehdidine ihtiyacı var. İtaat eden muhtaç, o halini korumak ve geliştirmek için tatlı korkuya ihtiyacı var.

Allah’tan korkmak demek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Korku, bir kamçıdır. Onun rahmetinin kucağına atar ( 24. söz 5. dal. 1. meyve).

Ve gayet lezzetlidir. Çünkü kul korkmasını gerektirecek ne kadar çok günah işlese de Allah onu tövbe ettiği takdirde affedeceğini kuluna bildiriyor. Dolayısıyla çare ( tövbe, iltica ) olduğuna göre, bu çaresi olamayan sonu hüsran olan bir korku değildir.

Demek Allah korkusu, mahlûkattan korkmaya benzemiyor. 1 yanlışlardan korunmaya ve kurtulmaya vesile oluyor. 2 Allah’ın sonsuz rahmetine iltica etmemize vesile oluyor. 3 acz ve fakrını hissettirip Allah’ın kudretine ve hazinelerine sığınmaya vesile 4 Allah korkusu belalı, elemli olan mahlûkattan korkmaktan insanı kurtarıyor. Allah’tan korkan, hiçbir mahlûkattan korkmaz ama en küçük mahlûkun da hakkını çiğnemekten korkar. Bu korku onu yanlışlardan korur. Ahirette ebediyen korkudan emin olacağı günleri hatırlatır ve oraya davet eder.

1 Aralık 2007 Cumartesi

SİZ ÖZELSİNİZ

Her insan fıtratı gereği önce kendini sever. Kendisinin özel olduğunu düşünür. Etrafındakilere de kendine olan yakınlığı veya faydasına göre değer atfeder. Kendisine yakın olan çiçeği faydası olmadığını zannettiği ve uzak olan yıldıza tercih eder. Mesela sadece kendisinin davet edildiği ve özel zevklerinin dikkate alındığı davetten, umumun çağrıldığı, herkese aynı ikramın yapıldığı davete oranla daha fazla lezzet alır. Hatta bazı insanlar kullandıkları eşyanın mesela elbisenin aynısını başkasında görünce artık onu giymezler.

İnsanın bu durumunu tespit eden firmalar, umuma hitap ettiği halde mümkün oldukça kişilere özel kampanyalar yaparlar. Her müşterimiz özeldir derler. Veya gönderdikleri ilan zarflarında size özel kampanya, indirim vs. derler. Kişiye özel günlerinde mesaj, hediye göndeririler.

Yine insan fıtratı, hediyenin ve hediye eden kişinin büyüklüğü nispetinde ikram edilenden lezzet alır. Sevmediği dolayısıyla değer vermediği insandan pahalı bir hediye onu sevindirmez ve kabul etmezken, çok sevdiği, değer verdiği birinin küçük bir hediyesi, bazen bir sözü, bir gülümsemesi unutulmayacak bir hediyeye dönüşür. Değer verdiğinin değerli hediyesi ise nurun ala nurdur.

Ayrıca insanları sürprizler çok sevindirir. Ummadığı anda yapılan bir jest insanı, basitte olsa çok mutlu eder. Bazen insanlar dostunu daha çok sevindirmek için hediyeyi, üzücü bir olay şekline büründürüp sürprizin lezzetini artırırlar. Mesela evde üzücü bir olay var gelir misin? diye çağrılan dost, gittiğinde evde üzücü bir şeyin olmadığını, bilakis kendisi için özel ziyafetler hazırlandığını görünce lezzeti iki kat artar. Tabi ki ummadığı bir ihanet, ihmal veya sözün de kırıcılığı, beklenene oranla çok daha fazladır.

Demek insan, ikramların kendine özel olması nispetinde, hediye edenin kıymeti oranında ve ummadığı tarzda olduğunda lezzet alır. Yine nimetlerin kendisine özel ve değerli olduğunu fark ettiği oranda ikramı ikram bilir. Hemen beraberinde ikram edene teşekkür etme meyli uyanır. Teşekkür ettiği oranda daha yeni ikramlara kavuşur. İkramlar insanlara özgüven verir, dertleri unutturur, kendisini değerli hissettirir, yaşama sevinci verir. Mesela asla affetmeyeceğini söylediği eşini, bir hediyesiyle affeder ve sorunu unutur.

İnsanı yoktan var eden Rabbi, elbette insanın bu fıtratını en güzel şekilde biliyor. Ve ona lezzetlerin en ulvisini tattırıyor. Sayısını bilemediğimiz sadece üç tanesini saydığımız her vesile ile kulunu sevindiriyor. Kainatta insanı seçtiğini, tüm mahlukatı kasti olarak insanın emrine verdiğini kitabında belirtiyor. Yani kainat işliyor insan da arada istifade ediyor değil. Kainat bizzat insan için, onun zevkine özel işlettiriliyor. Bir çok mahlukat birkaç çeşit gıda ile beslenirken insanın gıdalanmasındaki çeşitliliğe bakan insan bu hakikati hisseder.

Onlarca tür gıdanın, bir türü olan meyvenin ve binlerce meyvenin bir ferdi olan elmanın farklı renk ve türlerine bakmak ( 600 den fazla elma çeşidi olduğu söyleniyor ) bu hakikati ispata kafidir.

Kainatta insan özel misafir olduğu gibi, her bir insan da özeldir. Bediüzzaman 32. söz de Rabbimizin her bir insana doğrudan doğruya, perdesiz, hususi, özel teveccühü ve lütfunun olduğunu söyler. Ve bu tür icraatın vasıtaların ve sebeplerin aracılığıyla olan ihsanından daha güzel daha yüksek olduğunu vurgular. Mesela her bir insana özel sima, ses, parmak izi, göz, akıl, ruh vs. çok değerli nimetler vermesi.


Sonsuz kudret ve hazineler sahibi, sonsuz aciz olan bizi muhatap kabul etmiş, yeryüzüne sultan eylemiş, paha biçilmez ve kimsede olmayan hediyeler vermiş ( göz, kalb, kulak vs.), her an ummadığımız şekilde nimetler vermeye devam ediyor. İnsana bu manaları hatırlatan numuneler her insan yaşıyor. Mesela canının çektiği bir meyvenin ikram edilmesi, merak ettiği birinin onu araması, içinden geçen arzunun ummadığı, yerine getirilmesi örneklerini her mü’min yaşamıştır. Ne kadar küçük de olsa bu tür hadiseler, beni seven, en gizli arzularımı bilen, duyan ve yerine getiren ve sınırsız sayıdaki ihtiyaçlarımı yerine getirmeye kudreti yeten birisi var ve bana özel teveccühü var, manalarını hatırlattığı için, çok büyük ikramlara bedel oluyor.

Bediüzzaman kendisini büyük tanıyıp gelenlere ve ispatı içinde keramet bekleyenlere verdiği cevabın 4. noktasında kalbinden geçirdiği, görmek istediği kitap ve bir talebesinin umulmadık bir tarzda beraber gelmesini anlatıyor ve bu hadisenin Ona merhamet eden ve Onu himaye eden Allah’ı hatırlatmasını, dünyanın minnetine tercih ederim diyor. 22. sözde bütün eşya, onun bir teveccühünün yerini tutamaz diyor. Aynı manaları hisseden alimler Senin rahmetinin bir damlası bize ebediyen yeter demişler.

Allah’ın bize özel ikramları üzerinde düşündüğümüzde tüm dertlerimizi unutup, Ona şükretme ihtiyacımızı fark ederek O’na kul olduğumuzda tarifi imkânsız, hiçbir dünyevi eşyanın temin edemeyeceği ulvi lezzetleri hissedebiliriz. Bu kapı her mü’min için açık.

Rabbimizin bize özel lütuflarını fark etmek ve yenilerine mazhar olmak O’nun emirlerini birinci sıraya almaya ve O’nun dışındakilerin teveccühünü aramamaya ve Allah’ın emirlerine uyma yolunda fani insanların yadırgamasını önemsememeye bağlı. Böyle olunca dışarıdan ne kadar da şartları ağır görülse aslında o insan dünya da cennet hayatı yaşıyordur. Rabbi O’na kim bilir ne ikramlar da bulunuyordur. Hz. İbrahim'e (as) sormuşlar, dünyada en güzel günlerin hangisiy di ? Cevabı: nemrutun ateşinde geçirdiğim 7 gündü demiş.

Fani dünyanın ve içindeki fanilerin dış görünüşüne ve cazibesine aldanmayıp, Allah'ın teveccühünü arayan, dışarıdan ne kadar garip görünse de, daha dünyada cennet hayatı yaşayanlara ne mutlu.